Bilineceği bilmek
Mussolini ve Hitler siyasi ve ideolojik olarak tam manasıyla kazandılar. İkinci Dünya Savaşı olmasaydı iktidardan gidecekleri yoktu. Neden kazandılar? “Büyük sermaye” arkalarındaydı. Elbette, ama adeta ezbere dönüşen ve analiz niteliği taşımayan bu iddia yeterli değil –ki zamanında KPD (Komünist Parti) bile bu tezi çok da matah bulmamıştı. Nedeni açık: Hitler’e başından beri destek olan birkaç burjuva ailesinin olması ne büyük toprak sahiplerinin ne de Alman sanayi burjuvazisinin bu akımı ilk günden beri destekledikleri anlamına geliyor. Münih merkezli küçük bir aşırılık olarak başladı. Hitler’in “birahane darbesi” fiyaskosundan kısa süren bir hapisle kurtarılması, ordunun ve devletin bu kişiye bakıp “gelecekteki önderimiz” diye düşündüğünü göstermez. Komünistlere karşı kullanılabilecek, kontrol altında tutulması gereken faydalı bir fanatik olmak başka, ülkenin kaderinin teslim edilmesi başka. 1930’ların başından itibaren desteklerinin artmış olması dahi sanayi burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin –ki Junker sınıfı ordu da sayılabilir- “sadece Hitler’i” destekledikleri anlamına gelmiyor. Net biçimde ifade edeyim: Ne ‘ilk günden beri’ desteklediler ne de ‘sadece onu’ desteklediler.
Meşhur Krupp ve Thyssen son dakikada destek verdiler. 20 Şubat 1933’te Krupp’un Hitler’e Wehrmacht’ın yeniden ve daha güçlü kurulacağı, işçilerin terbiye edileceği, Marksistlerin –SPD’yi (Sosyal Demokrat Parti) kastediyor çünkü KPD zaten doğallıkla tasfiye edilme sürecine girecekti- siyasetten süpürüleceği vaatlerini sorduğu biliniyor. Ancak bu son dakika desteği –ilk net ve açık destek ki iş siyasi olarak bittikten sonra gelmişti- Hitler’in Alman büyük sermayesinin ‘ilk tercihi’ olduğu anlamına gelmiyor. Yine de Sebastian Haffner’in çubuğu Hitler’in kişiliğine biraz fazla büktüğünü ve yapabildiği kadar Alman halkını Nazizm’den sorumlu tutmama kaygısı içinde sermaye sınıfını biraz çabuk akladığını düşünmek doğru olacaktır. Haffner’in 1978 tarihli kısa metninin odağı da amacı da yöntemi de farklı. Daha dengeli bakmak gerekiyor.
Stefan Plaggenborg’un esas aldığını bildirdiği tarihçi Wolfgang Schieder’in önemli tezine göz atalım. İtalyan faşizmi Birinci Dünya Savaşı etrafında oluşan toplumsal kırılmaların ve psikolojik travmaların toplumun kurtuluşu davasını sonuçsuz bırakmasının türevidir. Ne sosyalizm ne milliyetçilik ne işçi sınıfı ne burjuvazi kendi “öz” ideolojileri ve programlarıyla çare olamamışlardır. İtalyan toplumu mahvına doğru ilerlemektedir. Faşizm iki tarafın da başaramadığını iki tarafın işe yarar tezlerini alarak ve bu iki kutbu aşarak gerçekleştirecektir. Bu tezin bir renk kattığı açık ama daha somut olmak faydalı olacak. Mesela…
Komintern’in Nazizmi doğru analiz edemediği açıkça biliniyor. Konu sadece resmi olarak 1928-1935 arasında geçerli olan “sınıfa karşı sınıf” politikası ve Alman sosyal demokratlarının “sosyal faşist” ilan edilerek Hitler’den daha tehlikeli görülmelerinden ibaret değil. Dimitrov’un 1935’de Komintern’in 7. Kongresindeki ünlü “tanımı” da ciddi şekilde sorunluydu. Aynı şekilde Ernst Thälmann’ın –KPD’nin o günkü Merkez Komitesi’nin éminence grise’i, Stalin’le bizzat görüşen ve komutları alan Heinz Neumann’ın etkisiyle- Nationalrevolutionär çizgiyle örtüşen 24 Ağustos 1930 Deklarasyonu’nun da Alman aşırı sağında çatlak yaratmak taktiğini hayli aştığını söylemek şart. Neumann 28 Ekim 1930’da Goebbels ile herkesin gözü önünde Leipzig’de görüşmüş ve Nazi Partisi (NSDAP) ile KPD arasında kamuya açık tartışma ortak toplantılarının dışında “gizli görüşme” yapıldığı iddiası bu nedenle ortaya atılabilmişti. Hitler’den uzaklaşan ve o dönemde anti-Hitlerci ve anti-SA milis örgütü RK’nin –Revolutionäre Kämpfer- lideri haline gelen Otto Strasser’in gazetesi Der Nationale Sozialist –ki Niekisch de orada yazıyordu- önemli bir yazısında KPD Deklarasyonu’nu tarihsel bir belge olarak görüyor ve bu dokümanla KPD’nin “Alman Direniş Cephesine” katıldığını belirtiyordu. Abartılı olabilir ancak KPD’nin milliyetçi dalgayla flörtü bugün karikatür gibi görünen ve sosyal demokratları baş düşman sayan “sınıfa karşı sınıf” politikasının göründüğü kadar basit olmadığını düşünmemizi gerektiriyor. Konu, dönemin ideolojik ve politik dilleri arasındaki etkileşim açısından da Radek’in onayını alarak kalkışılan ve felaketle sonuçlanan 1923 isyanının Brandler-Thalheimer mirasının –Alman milliyetçilerinin Versailles karşıtlığından yola çıkarak onları müttefik yapmaya çalışmak- hala etkili olmuş olabilmesi ihtimali açısından da önemli.
Trotsky, “Alman halkının yüzde 95’inin proleterlerden oluştuğu” iddiasını benimseyen Thälmann-Neumann çizgisini sert biçimde eleştirir. Ki bu çizgi Otto Strasser’in tezini daha da ileri bir formülasyonda tekrar etmektedir. Bu tezi nasyonalizmin proletarya saflarında da doğallıkla yer bulacağı ve KPD’nin haliyle milliyetçi olduğu iddiasını alttan alta hissettiren bir tez olarak görür. Trotsky’nin faşizm analizi –Kızıl Ordu’nun Almanya’ya girerek Hitler’i ortadan kaldırması önerisini (fantezi ötesi) ortaya atmış olmakla birlikte- Komintern’den fersah fersah ileridedir.
Öte yandan Neumann her ne kadar 1928-1932 arasında KPD’nin izlediği ultra sol stratejiden sorumlu tutulsa da Reichstag’da KPD milletvekili olduğu 1930-1932 döneminin sonuna doğru Hitler’in iktidarı almasının yaratacağı tehlikelere dikkat çekmemiş değildir. Neumann 1931’den itibaren gözden düşmüş, özeleştiri vermeye mecbur edilmiş, sonunda 1937’de Moskova’da tutuklanmış ve idam edilmiştir. Heinz Neumann’ın GPU ile Alman hükümeti arasında Almanya’da 1923 isyanının örgütleyicilerinden olmakla suçlanarak idama mahkûm edilen General Skoblevski’nin –mahkemede Almanya’da eğitim amaçlı bulunduğunu bildirmiştir- değiş tokuşu için arabuluculuk yaptığı da iddia edilmiştir. Skoblevski’nin sonradan İspanya İç Savaşı’nda yer aldığı da iddialar arasındadır.
Başka neyi bilmeliyiz? Bir örnek de Fransa’dan olsun. Halk Cephesi ve Mayıs-Haziran 1936 grevleri sağcılara küçük mülk sahiplerini korkutma fırsatı verdi. Hala Marksist olduğunu söyleyen SFIO (Sosyalist Parti) ve ortağı PCF’nin (Komünist Parti) cephenin üçüncü büyük partisi radikalleri (Cumhuriyetçiler) kandırarak bir proleter devrimi hazırladıklarını, komünist tehlikenin kapıda olduğunu, özel mülkiyetin kaldırılacağını yüksek sesle ilan ettiler. PCF’nin şeytanca bir komployla –aslında kendiliğinden bir eylem olan- grevleri örgütlediği, fabrikaları elle geçirdiği, Radikal Parti başkanı ve Başbakan Herriot’nun “Fransız Kerenski’si” olduğu ve kandırıldığı yayılmaya başlandı. Küçük patronlar ve küçük burjuvalar gerçekten de çok korktukları için Fransa’da pek olmayan oldu. Eski komünist liderlerden ve PCF’nin bir numarası Maurice Thorez’in yakın zamana kadar rakibi olan Jacques Doriot’nun “gerçekten faşist” partisi 300.000, sağcı gençlik örgütü Croix-de-Feu tarafından 1936’da kurulan La Rocque liderliğindeki Fransız Sosyal Partisi –Parti Social Français (PSF); SFIO değil- ise 800.000 üyeye ulaştı. Ultra sağ ortaya çıkmıştı.
Gerçekten örgütlü bir güce dönüşen Fransız ultra sağı ve gerçek Fransız faşizminin katalizörlüğünü bizzat Halk Cephesi –biraz da bu cephenin iktidardaki beceriksizliği- yaratmıştı. Elbette PCF ve SFIO saflarında da simetrik biçimde tehlike çanları uzun zamandır çalmaktaydı. 6 Şubat 1934 olayı –İçişleri bakanlığının Croix-de-Feu militanları tarafından işgal edilmesi- Roma yürüyüşünün tekrarı, popülist aşırı sağcı emekli Albay François de La Rocque da bir Fransız Mussolini’si değil miydi? İki taraf da korkuyor, söylemlerin radikalliği pratiklerin benzerliğini örtüyordu. Ultra sağ 1940’a doğru güçlendi ama dağınıktı ve sonuçta Fransız halkının büyük çoğunluğu ultra sağı takip etmedi. Bugün de (henüz?) etmiyor.
Semboller olmadan ve elbette siyasi mitler olmaksızın hiçbir ciddi sol veya ciddi sağ politik hareket ete kemiğe bürünemez ve güç kazanamaz. Bunu ilk anlayanlardan birisi Georges Sorel idi. 20. Yüzyılın dersi budur. 21. Yüzyıl ayrı bir sayfa açabilir; henüz bilmiyoruz. Gerek Cassirer’in Nazi deneyine bakarak olumsuz anlamda ilkel topluma yakıştırdığı mitler gerek olumlu anlamda modern demokratik toplum için kullanılabilecek mitler –Kantorowicz’in önerdiği gibi- mevcut değillerse siyasetin sıradanlaştığını, sanki bir yönetim tekniğinden ibaretmiş gibi takdim edildiğini biliyoruz. Söz konusu kritik dönemeçleri anlamak için gereken ana halkalar hangi sosyal sınıf ve zümrelerin kimleri desteklediği kadar –ki önemsiz değil- semboller, ideolojiler, heyecanlarda, politik psikolojide aranmalı.