Bekleyelim ve olayların nasıl geliştiğini görelim
Bendenizin de istisnaları arasında yer almadığı çoğu gözlemci, Türkiye’nin bu ülkelerden istedikleri, buna karşılık iki ülkenin vermeye hazır oldukları taahhütler arasındaki mesafe dolayısıyla, Finlandiya ve İsveç’in üyeliğe davetinin NATO’nun Madrid toplantısında gerçekleşmesini beklemiyordu. Çoğu gözlemciyi şaşırtarak, karşılıklı ödünler vermek suretiyle taraflar ilerlemek için yeterli zemin buldular. Üç sayfalık bir anlaşma metni imzalanmış bulunuyor. Gerek Türkiye’nin hükümete yakın yayın organları, gerek Avrupa ve Amerikan basını Türkiye’nin temel hedeflerinden çoğunu elde ettiğini, Sayın Erdoğan’ın başarılı bir siyaset izlediğini belirtiyorlar.
Bir anlaşmanın ne oranda başarılı olduğu zaman içinde anlaşılacaktır. Tarihte iyi niyetlerle imzalanmış olmakla birlikte bütünüyle ya da tatmin edici düzeyde uygulanamayan uluslararası anlaşma örnekleri zengindir. Dolayısıyla, üçlü anlaşma da ancak zamanın akışı içinde değerlendirilebilecektir. Ancak, İsveç ve Finlandiya’nın tarihi olarak ittifaklara katılmakta isteksiz davrandıkları ve güvenliklerini en iyi şekilde tarafsız kalarak sağlayacaklarına inandıkları bir vakıadır. Bu tutumlarını Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı karşısında, güçlü bir savunma örgütünün şemsiyesi altına girmedikleri takdirde sıranın kendilerine geleceği endişesi nedeniyle değiştirmişlerdir. Bir vade içinde tamamlanması beklenen üyelik işlemleri bünyesinde iki tür sorunu barındırmaktadır. İlkin, bu iki ülke ittifak üyesi olmaya alışkın değildir. Dış siyasetlerini ittifak bağlantılarını hesap etmeden belirliyorlar, hatta uluslararası siyasete yaklaşımlarının diğer ülkelere nazaran manen daha üstün olduğunu düşünüyorlardı. Bir ittifak üyesi olarak nasıl davranacaklarını öğrenmeleri sancılı ve bazen sorunlar yaratan bir süreç olabilir. İkinci olarak, Rusya’nın davranışlarında kapsamlı bir değişiklik olursa, NATO’ya katılma hevesleri zayıflayabilir.
Özellikle Türkiye ve İsveç’in üzerinde anlaşmakta zorlandıkları konular arasında bu ülkenin bir yandan ısrarla PKK’yı terör örgütü olarak kabul ettiğini ilan ederken, diğer yandan PYD/YPG’ye destek vermesi ve PKK’yı barındırması başta geliyordu. İsveç artık PYD/YPG’yi desteklememe ve PKK’yı daha yakından denetleme sözü vermiştir. İsveç’in verdiği bu sözleri, iç siyasetinin koşullarına bakarak, ne oranda tutabileceğini sorgulamak zorundayız. Safiyane iyilikseverlik duygularıyla donanmış İsveç kamuoyu, kendisini hükümetlerinin Türk hükümetinin sert politikaları karşısında ezilen masum bir takım insanları koruduğu fantezisine kaptırdığından, PKK karşıtı politikalara sıcak bakmayabilir. Buna karşılık, ülkede Kürt kökenli hatırı sayılır bir nüfusun yaşadığı (100 bin üzerinde), bunların kamuoyunu etkileyebilmekten öteye seçimlerde oy kullandığı da unutulmamalıdır. Belki daha da beteri, şu andaki hükümetin iktidarda kalmasının, desteğini hükümetin PYD/YPG ve muhtemelen PKK yanlısı politikalar izlemesi şartına bağlayan Kürt kökenli bir kadının desteğine bağlı olmasıdır.
Finlandiya ve İsveç, Türkiye’nin gelecekte daha somut bir görünüm kazanması beklenen Avrupa savunma sisteminde (PESCO) bir rol üstlenmesini destekleyeceklerini taahhüt etmişlerdir. ABD’nin kıtayı savunma taahhüdünün belirsiz olup Washington’da kimin göreve geldiğine bağlı olduğu bir ortamda, yüksek askeri kabiliyetlere sahip olmayan bir ülkeler grubunun da uluslararası politikada etkili olamayacağı düşünüldüğünde, AB’nin ortak savunma tasavvurları üzerine geçmişe göre daha fazla eğilmesinin zorunlu olduğu aşikardır. Avrupa savunmasının daha kapsamlı bir görüşle kavramsallaştırılması, üye olmayan İngiltere ve Türkiye gibi ülkeleri de içine alması ise vazgeçilmezdir. Ancak Avrupa NATO’su diye adlandırabileceğimiz böyle bir oluşumun çok uzağında bulunuyoruz. Şu ana kadar Avrupa Amerikan liderliği olmadan inandırıcı bir savunma sistemi kuramamıştır. NATO’nun Rusya’yı baş hasım olarak nitelendirdiği günümüzde Avrupa savunmasını tasarlamanın önemi artmıştır ama ilerleme çok yavaş seyredecektir. Sürecin hız kazanması durumunda Finlandiya ve İsveç’in Türkiye’nin arkasında olacağını bilmek sevindiricidir.
Son olarak, iki ülke Türkiye’nin suçluların iadesi taleplerine hızla cevap vermeyi kabul etmişlerdir. Bu kararlılık olumlu olmakla birlikte, burada yük Türkiye’ye aittir. Ülkemiz yaptığı iade taleplerinde, Türk yargısını niteleyen kanaat ve dolaylı kanıtlara göre oluşturulan kararlar yerine Avrupa Suçluların İadesi kurallarına uymayı öğrenmek ve taleplerini ona göre kaleme almakla mükelleftir.
Son bir nokta. Artık bu konuda başarılı bulunduğuna göre, Cumhurbaşkanımızın başvurduğu dramatik siyasi iletişimden bundan sonra uzak durması, kendisi diğer önemli işlerle meşgul olurken, Finlandiya ve İsveç’le olan işleri olağan diplomasinin ifa etmesine fırsat tanıması çok yararlı olacaktır.