Bekir Coşkun’un Onuncu Köy’ü yasta

Ali Ekber YILDIRIM
Ali Ekber YILDIRIM TARIM DÜNYASINDAN

Çok anlamlı bir Atasözümüz var; “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Bekir Coşkun doğrularından vazgeçmemek için köşesinin adını Onuncu Köy koydu. Onuncu Köy’de hep doğrular yazıldı, doğrular konuşuldu. Onuncu Köy, pazar akşamı yasa boğuldu. Bekir Coşkun yaşama veda etti. Sevgili Yılmaz Özdil arkadaşımın yazdığı gibi; “Bir kişi vefat etti. Her evde cenaze var.”

Şanlıurfa’nın Tülmen Köyü’nden Ankara’ya gelerek muhabirlikten, Türkiye’nin en çok okunan yazarı olmak kolay değildi. Bekir Coşkun bunu başardı. Bizlere de örnek oldu. Sadece güncel siyasi konularda değil, her konuda çok duyarlıydı. Cumhuriyet değerlerine, Atatürk ilkelerine bağlı ve yılmaz savunucusuydu.

Bekir Coşkun, tarım konusunda da çok yazılar yazdı. Doğanın, suyun, toprağın, kuşların, çiçeklerin, böceklerin, ağaçların, tarımın, tüm canlıların, doğal yaşamın koruyucusu ve savunucusuydu.

Bir süredir yazamıyordu. Hepimiz o güzel, anlamlı yazılarını çok özlemiştik. Yazılarından bir kaç bölümü paylaşarak Bekir Coşkun’u saygıyla anıyorum.

★ ★ ★

ANIZ TARLASI VATAN

Anadolu’da tahıl biçildikten sonra kalan anızı yakarlar...

Sonbaharda rastlarsanız, Anadolu yanıyor gibi gözükür...

Çiftçi o sene anızını yakmıştı...

Ertesi gün tarlasını dolaşmaya gitti, elindeki sopayla külleri deşeleyerek iyice yanıp yanmadığına baktı...

Gözü bir yanmış kuşa takıldı, kanatlarını açmış, renkli tüyleri kömüre dönüşmüş, öylece kalmıştı. Sopasının ucu ile ittirdi, yanmış kuşun altında altı tane yavrusu vardı, onlar da anneleri gibi yanmışlardı...

Üzüldü köylü...

O anne kuş isteseydi dumanlar geldiğinde, alevler yaklaştığında uçup gidebilirdi... Ama uçup gitmemişti...

Çünkü yavruları vardı, muhtemelen kanatlarını onların üzerine örterek onları alevlerden koruyabileceğini sandı...

Ve hep birlikte yandılar...

İşte anız tarlası vatan...

Yangın var...

Dumanlar kentleri basıyor... Havada yanık kokusu... Uzakta ya da yakında kimi hanelere ateş düşmüş... Yıkımın, kıyımın, hukuksuzluğun, zulmün, maddi-manevi işkencelerin tutuşturduğu yüreklerden gelen çatırtı sesleri...

Bekliyor ki kaçsınlar...

Doktorlar, mühendisler, mimarlar, avukatlar, hukukçular, akademisyenler, esnaf, işadamları, bilim insanları, aydınlar, yetişkinler, kadınlar, erkekler, istiyorsun ki kenara çekilip gitsinler...

Öğretmenler canlarını kurtarıp uçsunlar...

Anneler-babalar çocuklarını yangına terk etsinler...

(Cerrahpaşa’ya bir bak...)

Yakıyorsun ortalığı...

Genizleri yakan duman, havayı yalayan alevler, canı yananların çığlıkları, vicdanlara düşen amansız ateş...

İstiyorsun ki kaçan kaçsın...

Kalan yansın...

Ama bilmiyorsun...

Kanatlarını gelecek kuşaklara açıp yananlar bu toprakları “vatan” yaptılar...

Hiç şüphen olmasın...

Eğer nesiller yanacaksa...

Gerekirse yine yanacaklar...

(13 Haziran 2018/SÖZCÜ)

GÜVEÇ.

Başbakan dedi ki:

“Tarım ürünlerinde Avrupa birincisiyiz...”

Gelin güveç yapalım:

İki kibrit kutusu büyüklüğünde tereyağını çatalın ucuna takıp tencerede dolandırın...

(Tereyağı; Hollanda)

Biberleri önce boydan boya, sonra enlemesine doğrayın, bıçağın tersi ile doğrama tahtasından tencereye atın, biber önemlidir. (Hindistan)

Patlıcan...

(Kıbrıs) Kabak...

(Ukrayna, Güney Afrika) Patates...

(Almanya, Hollanda) Eşit boylarda doğrayıp tavaya atın...

Bol domates...
(Tek ekimlik tohumu İsrail)

Altı diş sarımsağı lira büyüklüğünde tık tık tık doğrayın...
(İran)

Kuşbaşı...

Ayrı bir tavada hafif yağda dağladıktan sonra “Bana her şey seni hatırlatıyor” şarkısını mırıldana mırılda güvece ilave edin...
(Arjantin)

(Bakın sizin güveç Birleşmiş Milletler gibi oldu...)

Yanına soğan şart...
(Rusya, Çin)

Neticede Tarım Bakanı’nın et ithal edeceklerini açıkladığı sırada, Başbakan milletin gözünün içine baka baka birinciliğimizi ilan etti:

“Tarımda Avrupa Birliği’nin birincisiyiz...”Üfürmeye bağlı bu...

Eğer “Uzay seyahatlerinde dünya birincisiyiz, onlar giderken biz çoktan geliyorduk” derlerse şaşırmayın...

Çünkü asırlardır asla olmayan şeyleri anlata anlata insanları uyutmaya... İnsanlar da asla olmayan şeyleri dinleye dinleye uyumaya alıştıkları için bu bir gelenektir...

Üfürme esasına dayanır...

Yeter ki utanma duygun olmasın...

(7Mart 2018/SÖZCÜ)

ACI REÇEL…

İŞSİZ sabah uyandığında uzun uzun tavana bakar… Dışardan gelen sesleri dinler… Önden geçen arabaların uğultusu, uzaktan sokak satıcılarının sesi, okuldan tüymüş çocukların gürültüsü…

Ama onu en çok bir telefon sesi ya da kapının zili heyecanlandırır…

Bir haber beklemektedir işsiz… Bir haber…

İçindeki sıkıntıya inat, tek tesellisinin yatağından çıkmak zorunda olmadığını düşünür… Oysa bu; kurulu saatin sesi ile işe yetişmek için sıcak yataktan çıkmaktan binlerce kat daha acı verir insana…

Yüzünü yıkasa da olur, yıkamasa da…

Aynaya baksa da, bakmasa da…

O en acı veren şey; ev ahalisi ile kahvaltı masasındaki reçele elini uzatırken, bunu hak etmediği duygusu içindedir işsiz… İçinde dolanıp duran sızı bir an göz pınarlarına ulaşır ve reçelin aslında acı olduğunu öğrenir…

Hava her zaman kapalı…

Her söz yaralayıcı…

Her dost yabancı…

Ve reçel acı…



Ben bilirim işsizi…

Öyle telefona bakar…

Kaç gündür gökten kapanan fabrikaların, iflas eden işyerlerinin, konkordatoların, içten çıkartılanların haberleri yağıyor… Toplam işsiz sayısı 5 milyonu aştı diyorlar… Altı kişi alınacak kapının önünde üç bin kişinin kuyruğa girdiği haberler var gazetelerde…

Bir baba kendini asıyor, bir anne çocuğunu parka atıyor, bir işsiz cinnet geçiriyor, biri kendini yakıyor…

Fabrikalar, atölyeler, çiftlikler, sanayi ve tarım alanları yerine; ölü yatırımlara, savurganlığa, saraya, uçağa, yağmaya giden ulusal servetin kaçınılmaz sonucuydu bu, acı çekiyor işsizler…



Kimi zaman kapı zili ya da telefon çalmış gibi gelir adama… O umutsuzluk, o bekleyiş, o çaresizlik nasıldır bilemezsiniz…

Hava her zaman kapalıdır, ışıklar her zaman fersiz…

Her söz işsizde yaradır…

Git sor işsize…

Reçel acıdır… (27 Şubat 2019/SÖZCÜ)

SON KIRLANGIÇ

Son kırlangıç da geçti başımın üzerinden...

Artık mevsim güz...

Güz hüzün zamanıdır...

Canım sıkılır kuşların gidişine...

“Durun nereye, nereye” diye...

Peşlerinden bağırarak koşasım gelir...



Mevsim artık güz...

Gölgeler döndü...

Güneşin eski sıcaklığı yok...

Ayrılık günleridir...

Hüzün taşır gibi beyaz bulutlar dolanıyor başımın üzerinde...

"Durun durun, aceleniz ne" diye...

Kollarımı açıp bulutları tutasım gelir...



Artık sesleri gelmiyor, birbirlerinden uzak durarak ve bağırarak konuşan komşu bostandaki köylülerin...

Bağları bozdular...

Dalında unutulmuş tek tük üzüm taneleri...

Yaşlı saçlar gibi asmalar...

Yazlıkçılar kepenkleri kapatıp gittiler...

Bahçelerde gözden çıkarılmış birkaç eski sandalye, bir plastik masa. Kapının açılmasını boşuna bekleyen aç kalmış tekir...

Benim en çok dalından kopup düşen şu yapraklara canım sıkılır...

"Durun şurada" diye...

Toplayıp toplayıp dallarına koyasım gelir...



Hüzündür güz...

Güneş topraktan, kum sıcaktan, buğday başaktan, kuşlar yuvadan, gül yaprağından, yeşil sarıdan, yaz aşklarından eller ayrılır...

Terminallerde sarılıp sarılıp gidenler var...

Bir kız yüzünü duvara dönmüş, ağladığından utanır...

Ama bugünler ayrılık zamanıdır...

Bu mevsimde daha çabuk ağlıyor insan...

Bahaneye bakar gözpınarları...

Durup dururken bahar yağmurunun ilk iki damlası...

Yaş gözden ayrılır...



Güz hüzün mevsimidir...

Bu ayrılıklar bana göre değil...

Elimde beyaz mendil...

Peşlerinden koşup "ağlamayın..." diye diye...

Tüm ıslak gözleri silesim gelir...

(2011/Cumhuriyet)

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar