Beka sorunu
‘Beka’ sözcüğü çok sık kullanılıyor. Ağırlıkla da siyasette. Arapça kökenli bir sözcük olan bekanın Türk Dil Kurumuna göre Türkçe karşılığı ‘kalıcılık, ölmezlik’. Türkçe karşılığını esas alınca, “Türkiye’nin beka sorunu” yerine “Türkiye’nin kalıcılığı sorunu” demek bayağı bir ürkütücü oluyor. En iyisi ben ‘beka’ sözcüğünü kullanarak yazıya devam edeyim.
Bir ülkenin ekonomisinin yabancı finans kurumlarının risk alma iştahına giderek duyarlı hale gelmesi önemli bir beka sorunudur. Zira o ülkeye ilişkin risk algısı artıp, aynı gruptaki ülkelerin riskinin oldukça üzerine çıktıkça, o ülkeye yönelik risk alma iştahı azalır. Bir ülkeye ilişkin ‘risk alma iştahının azalması’ ise yabancı yatırımcıların o ülkeye borç vermekte nazlanmaları anlamına gelir. Risk alma iştahının keskin biçimde düştüğü dönemlerde ise bırakın borç vermeyi, vaktiyle verdikleri borçları geri alıp o ülkeyi terk etme yarışına girerler. Kısacası böyle bir ülkeye, hem normal koşullarda gelenin çok daha altında döviz girişi olur hem de vaktiyle gelen döviz çıkar. Farklı bir ifadeyle, döviz arzı azalırken döviz talebi artar. Kur sıçrar. Döviz cinsinden borç ne kadar yüksekse, bilançolar o denli zarar görür. Hele döviz cinsinden borcu olanların döviz varlıkları oldukça azsa, sorun daha da vahimleşir. Şirketler zor durumda kalırlar. İşçi çıkarmalar başlar. Hem mal ve hizmet talebi hem de arzı düşer. Ekonomi küçülür. Sıçrayan kur enflasyonu da azdırır. Yoksulluk artar.
Peki, bir ülkenin ekonomisi nasıl yabancı finans kurumlarının risk alma iştahına giderek duyarlı hale gelir? Farklı biçimlerde olabilir; akla gelen tüm olasılıkları ele almak yerine, Türkiye için bu soruyu yanıtlamaya çalışayım. Türkiye’nin temel sorunların biri –malum, büyüme oranı arttıkça cari işlemler açığının da artması. Cari işlemler fazlası verdiğimiz yıllar, hep kriz yılları. Bazı kriz yıllarında ise cari fazla vermesek de cari açık pat diye düşüyor. Cari işlemler açığı, döviz giderleri ile döviz gelirleri arasındaki fark olduğuna göre, yurtdışından döviz borçlanarak finanse ediyoruz. İşte yabancıların, yani bize döviz cinsinden borç verenlerin risk alma iştahları devreye giriyor. Bu iştah azalıyor, daha az dış finansman bulunuyor. Risk alma iştahı küresel bir olgu olabilir, ya da bir ülkeye yönelik olabilir. Küresel olana yapacak fazla bir şey yok. Oysa bir ülkeye yönelik risk alma iştahının kesilmesini düzgün bir ekonomiyle engellemek mümkün.
Buraya kadar sadece Türkiye’nin yabancı finans kurumlarının risk alma iştahındaki azalmaya duyarlı olmasının temel nedenini ele aldım. Oysa sorduğum soruda “giderek duyarlı hale gelmesi” de var. Duyarlılığın artması açık ki o ülkenin riskinin yükselmesine paralel gerçekleşen bir olgu. Mesela kredi hacmini pompalarsanız, ithalatı ve döviz gereksinimi de artırırsınız. Ya da şirketler kesiminin döviz cinsinden borçlanmasını teşvik ediyorsanız yine riskiniz yükselir. Ya da ‘garip’ bir para politikası uyguluyor ve döviz (ve de altın) talebini yükseltiyorsanız da ekonominiz giderek kırılganlaşır. Maliye politikasını da bozabilirsiniz elbette. Bütçe açığını giderek artırıp, finansmanını daha çok döviz cinsinde yapabilirsiniz. Böyle bir ülkede bir yandan döviz cinsinden borç artacağı bir yandan da risk yükseleceği için, yabancıların risk alma iştahına karşı duyarlılık giderek artar.
Kısacası, ekonominizin giderek kırılganlaşması aslına bir beka sorununa dönüşür. 2018-19 krizini hatırlayın. Küresel krizden sonraki süreçte, şirketlerimizin döviz cinsinden yükümlülükleri ile döviz cinsinden varlıkları arasındaki fark çok açıldı. Dolayısıyla, bilançoları kur artışına karşı epey hassas hale geldi. Aynı dönemde yurtiçi kredi hacmi de patladı. Özellikle inşaat ve enerji sektörlerinde bu olgular daha çok gözlendi. 2017 sonlarına doğru Suriye sorunu ile 2018 bahar aylarında ekonomide karar alıcı mevkideki üst düzey bakanların ve Cumhurbaşkanı’nın para politikası hakkında hem de Londra’da verdikleri demeçler piyasalarda gerginliği artırdı. Asıl darbe, Trump’un Temmuz ve Ağustos 2018’de Türkiye’nin ‘ekonomisini mahvetmekle’ tehdit ettiği tweetlerinden geldi. O tweet mesajlarındaki örtük tehdit, ABD’nin Türkiye’nin dış borçlanmasını sekteye uğratabileceği tehdidiydi. Sonrası malum; kur ve risk priminde keskin sıçrama, ekonomik daralma ve istihdamda büyük düşüş.
2021 sonbaharından itibaren uygulanan ekonomi politikası da ekonomimizi giderek kırılganlaştırdı. Süreç içinde ortaya çıkan döviz açığını bazı yabancı ülkelerden doğrudan borçlanarak gidermeye çalıştık. Elbette yetmedi. Geldiğimiz nokta ortada: sadece son günlerde yaşananlara bakın: Piyasa kuru ile gösterge kur arasındaki büyük fark. İhtiyacı olan şirketlerin bile döviz almasını zorlaştıran bir dizi karar. Artan risk primi. Çok azalan Merkez bankası döviz rezervi. Önceki krizlerden farklı olarak bir de yurtdışından normal yollarla döviz girişini engelliyoruz. Oysa dövize ihtiyaç giderek artıyor. Bu nokta özellikle önemli; ‘stok’ sorunun (mesela vadesi gelen dış borç ödemeleri) yanı sıra bir de akım sorunu (bu politika sürdükçe bundan sonra ortaya çıkacak döviz ihtiyacı) var anlamına geliyor. Dolayısıyla, siyasetçilerin dillerine pelesenk olmuş beka sorunun (sorunlarının) yanı sıra bir de ekonomide beka sorunumuz var. Ortadan kaldırmamız gerekiyor ama bu ekonomi politikasını tümden değiştirmeden olmaz.