Başlık yine aynı: Mehter tipi büyümeden sürdürülebilir büyümeye geçebilir miyiz?
Dün açıklanan güçlü ikinci çeyrek Gayrisafi Yurt İçi Hasıla rakamları bana geçen yılın aynı dönemini ve 1 Eylül 2020’deki başlığı hatırlattı.
Geçen yıl bugün Dünya Gazetesi’nde köşe yazısının başlığı “Mehter tipi büyümeden sürdürülebilir büyümeye geçebilir miyiz?”di. Bir gün önce 2020 ikinci çeyrek büyüme rakamları açıklanmıştı. Beklentiler yüzde 10 dolayında bir daralma yönündeydi ve ekonomi yüzde 9.9 ile 2009 ilk çeyreğinden bu yana en sert daralmasını yaşadı. Alt kalemlerin hepsi kırmızıydı. Üretim daralması tüm sektörlere yaygındı. Tüketimde de aynı tablo vardı. Hem kamunun hem de hane halkının tüketimi gerilemiş; yatırımlar durmuştu. Hem ithalat hem de ihracat daralmıştı.
Bir yıl sonra yine aynı gün 2021 ikinci çeyrek rakamları açıklandı; bu defa beklenenden daha da yüksek çift haneli büyüme rakamı ortaya çıktı. Finans ve sigorta dışında alt kalemlerin hepsi yeşildi. Üretim artışı tüm sektörlere yaygındı. Tüketimde de aynı tablo vardı. Hem kamunun hem de hane halkının tüketimi artmış; yatırımlar canlanmıştı. Hem ithalat hem de ihracat yükselmişti.
Türkiye geçen yıl ikinci çeyrekte ne yaşadıysa baz etkisinin de katkısıyla bu yılın aynı çeyreğinde tam tersini yaşadı. Geçen yıl rakamları yorumlarken demiştik ki; “Söz konusu üç ay koronavirüs nedeniyle küresel ölçekte hem arz hem de talep şokunun yaşandığı çok istisnai bir dönemdi.” Bu yıl ise diyoruz ki; “Söz konusu üç ay koronavirüs tedbirlerinin gevşetilmesi nedeniyle küresel ölçekte hem arz hem de talep canlanmasının yaşandığı çok istisnai bir dönemdi.”
Dolayısıyla istisnai çeyreklere bakıp “ekonomi batıyor” ya da “ekonomi uçuyor” gibi çıkarımlar yapmaktan kaçınmak gerekir. Yüzde 21.7’nin büyüsüne kapılıp COVID-19’dan çok önce başlayan ve son yıllarda iyice belirginleşen büyüme sorununu halının altına süpürmeyelim.
Salı günü Dünya’da TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin açıklamaları vardı. “Kısa vadeli yüksek büyümelerin değil, kalıcı büyümenin önemine dikkat çekiyoruz,” diyordu. “Bunlar olmayınca, yatırımlar ve üretim dalgalanıyor, gelir eşitsiz dağılıyor, kalıcı istihdam yaratamıyorsunuz. Bu durum enflasyonla birleşince de vatandaş kendi cebinde o büyümeyi hissedemiyor” diye anlatıyordu sorunu Kaslowski. Ve bundan dolayıdır ki “Büyümenin kapsayıcı olması lazım” diyordu.
Türkiye’nin meramını anlatan cümleler bunlar. İşveren tarafından gelse de çalışanların da altına imza koyabilecekleri bir değerlendirme bu. Türkiye ekonomisinin çözmekte zorlandığı bir büyüme sorunu var. Ekonomi istikrarlı bir büyüme patikasına oturamıyor. 2017’de yüzde 7.4 büyüdükten sonra 2018’de yüzde 2.8, 2019’da 0.9 ve 2020’de ancak 1.8 büyüyebilmişiz. Görünen o ki, bu yıl ise yüzde 8 dolayında, hatta üzerinde büyüyeceğiz. Ama bu bizi 2012’de açıkladığımız ve 10’uncu Kalkınma Planı’nda da yer alan hedeflerimize taşıyamayacak. Oysa Türkiye bundan yaklaşık 10 yıl önce 2023 hedeflerini açıkladığında ekonominin 2 trilyon dolar, kişi başı milli gelirin 25 bin dolar ve ihracatın ise 500 milyar dolar olması öngörülüyordu. Güçlü hedeflerdi bunlar. 2023’ün tamamlanmasına 2 yıl kaldı ancak açıklanan hedefler hayal oldu; çok uzağında kaldık.
Bu yıl olduğu gibi yüksek büyüme hızını yakaladığımızda sorunu çözüyoruz ama ciddi yan etkilerle boğuşmak zorunda kalıyoruz. Ya hızlı büyüdüğümüz 2010-14 döneminde olduğu gibi dış denge hızla bozuluyor, yüksek cari açıklar veriyoruz; ya da bu yıl olduğu gibi enflasyon şoku yaşıyoruz. Simone Kaslowski’nin işaret ettiği gibi: “Çok yüksek enflasyonla baş başa kaldık. Bu da alım gücünün çok hızlı erimesiyle sonuçlandı.” Vatandaş dün açıklanan büyümeyi kendi cebinde hissedemedi. Diğer bir deyişle, dünkü gibi dönemsel büyümeler yüksek olsa da sokağa aynı şekilde yansımıyor.
Kısacası, zigzaglar çizerek büyümek kısa vadede rahatlatır ama orta vadeli sorunumuzu çözemez. Bu nedenledir ki; geçen yıl bugün attığımız başlık 2021 yılının 2 Eylül’ünde de hala geçerliliğini koruyor: “Mehter tipi büyümeden sürdürülebilir büyümeye geçebilir miyiz?”