“Başarısızlığa kayıtsız kalmak başarıyı önemsizleştirir..."
Olimpiyatlar bitti ve maalesef 1984'ten beri Türkiye'nin tecrübe ettiği en büyük başarısızlığı yaşadık. Sporculuk hayatım ve sporda aldığım görevlere dayanarak şunu söylemeliyim ki başarının sadece tesis ile alakalı olduğunu düşünmek yüzünden buralara geldik.
Gayet iyi hatırlıyorum, 2014 yılında bir seminerde spor ayakkabılarına gelen %50 ilave gümrük vergisinin gelecekteki zararlarından bahsederken, eski bir futbolcu şöyle dedi: "Biz toprak sahalar ve yırtık ayakkabılarla nerelere geldik". Ben de dayanamadım nerelere geldiğini sordum. Söyledikleri açıkçası sportif başarı açısından hiçbir önemli detay içermiyordu. Ben de dayanamadım "geldiğin yer önemli bir yer değil farkında değilsin, çünkü bulunduğun yer sana yeterli gelmiş."
İşin gerçeği şu ki spor, sanat ve bilim insanların sürekli kendini geliştirdiği faaliyetler. Bu faaliyetleri hakkıyla yerine getirenler kendilerini sürekli geliştirirken, hem kendileriyle hem de rakipleriyle yarışırlar. Şu kavramlar birbirine karışıyor: Yenilmekten kaçınmak, yenmeye çalışmak, kazanma psikolojisinde olmak. Uzaktan bakınca bunların hepsi benzermiş gibi gözükür ancak aralarında kalın kırmızı çizgiler vardır.
Yenilmekten kaçınmak kazanma refleksini öldürür, yenmeye çalışmak sadece rakibe üstünlük sağlamayı hedefler, kazanma psikolojisi ise gerçek şampiyonları ortaya çıkarır. Sporcularımızın tek bir altın madalya alamadan olimpiyat defterini kapatması kazanma psikolojisinin eksikliğidir. Doğru tesislerde çalışmak olmak kadar doğru eğiticilerle çalışmış olsalardı, sonuç farklı olabilirdi. Bazı federasyon başkanlarının başarısızlıklarına rağmen ısrarla koltukta kalabilmesine bakınca, Türkiye'de sporun teknik bir meseleden ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Başarısız olanın kendi iradesiyle gitmediği ya da gidemediği bir ülkede, başarı olmanın cazibesi azalır.
Filenin Sultanları’nın yarı finalde elendiği İtalya dün ABD'yi büyük bir üstünlük kurarak yendi. Bu maçtan önce ABD'ye her zaman yenilmiş olan İtalya'nın "kazanma psikolojisi" gerçeğini kavramış olduğunu gördüm. Son derece isabetli ve rakibe kendi oyununu kabul ettiren bir seviyede maçı tamamladılar. Bu arada 14 sayı geriden gelerek Sırbistan'ı yenip, finalde Fransa'yı yenen ABD basketbol takımı baştan aşağı "kazanma psikolojisi" ustalarından oluşuyordu. Son ana kadar vazgeçmeyen karakterdeki sporcular olimpiyat ateşini parlatan şahsiyetler olarak tarihe geçerler. Tenis Finali de benzer şekilde olimpiyat tarihinin en genç ve en yaşlı oyuncusunun mücadelesine sahne oldu. Aynı rakibe daha önceki finallerde iki kez yenilmiş olan Djokovic, olimpiyat ruhuna yakışır şekilde altın madalyayı kazandı.
Demek ki, ne sporcularımız ne de teknik heyet, ne federasyonlar, ne de bakanlık "şampiyon refleksi" dediğimiz yoktan var etme işini başaracak yaklaşımda değil. Tesis altyapısı düzgün ama dünya çapında oyuncu çıkaracak mantalitede değiliz. Takım halinde bir şeyler başarabiliyoruz ancak bireysel anlamda saman alevi gibi başarılar haricinde sporcular çıkaramıyoruz. Sözün özü, böyle insanları yetiştirecek antrenör ve teknik insana sahip değiliz. Spor Bilimleri Fakülteleri de maalesef diplomayı hemen alıp para kazanmak isteyen insanların talep ettiği kurumlar haline gelmiş. Bu işin hakkını verebilmek için spor bilimleri fakülteleri ya da diğer ismi "besyo"larda tesislerin de hocaların da eksiksiz olması, müfredatın ciddiyetle ala alınması ve nefes aldırmayan bir disiplin içinde olması gerekir. Bu seviyede bir uğraşın uzun bir süre gelir-gider hesabı yapmadan sadece kaliteyi hedeflemesi gerekir.
Doğru beslenme, doğru antrenman teknikleri, doğru altyapı, doğru organizasyon, doğru yönetim ancak ve ancak doğru eğitim ile olur. Bundan sonra sponsorlukların kulüplerden çok eğitim kurumlarına verilmesi belki de en doğru davranış olacaktır.