Bankaların üstüne varmak
Salgının yarattığı iktisadi durgunluğu aşmada hükümetlerin ilk baş vurduğu önlem, kamu borçlanmasını yukarı çekip kamusal yardımları ve harcamaları artırmak ve bankaların kredi genişlemesine yol açmak oldu (kredi kanalı). Her iki önlemde de anahtar kurumsal yapılanma bankalar olunca, sektör 2008 krizinin ardından yeniden çok konuşulanlar arasına girdi.
Gözler sektörün üzerinde olunca doğal olarak aleyhte ve lehte konuşmalar, yazılar havada uçuşmaya başladı. Ülkemizde de diğer ülkelere benzer bir durum yaşanmakta. Hükümet son olarak üç yabancı bankanın swap işlemlerini yasakladı, daha sonra da serbest bıraktı. Bu, sektöre yönelik yapılan ilk müdahale değil. Salgın krizinin başından bu yana hükümet;
-Önce kamu bankalarının kredi genişlemesinde lokomotif olmasını istedi, kamu bankaları da kredileri hükümetin taleplerine uygun sektörler ve şirketlere plase etmeye başladı.
-Ardından hükümet özel bankaların kredi genişlemesinde yeterince rol almadığını söyledi, bankaların ortaya attığı “yasa ve kurallar gereği bunu yapamayız” savını ortadan kaldırmak için TCMB ve BDDK aracılığıyla yeni düzenlemeler yaptı. Son olarak bankaları kredi plasmanına sevk etmek için aktif rasyosunu devreye soktu.
- Krizin başından beri de TCMB aracılığıyla bankaların kredi faiz oranlarını aşağıya çekmeye zorladı.
Bunlar bankacılık sektöründen pek anlamayan sıradan yurttaş için kulağa hoş geliyor. Hele ki, bir de hükümet ya da iktidar partisi temsilcisinin “bankaları hizaya getiriyoruz” söylemi de tutturulup, kamuoyunca da benimsenirse ortam siyasi erk için baldan tatlı olur. Ancak kazın ayağı pek öyle değil.
Dünyada da, Türkiye’de de bankaları suçlayacak onlarca uygulama sayılabilir. En başta sermaye hareketlerinde başı çekerek yaptıkları menkul kıymetleştirme ve sonrasında gelen ‘subprime’ kredi işlemleri ile 2008 krizinin birincil faktörü olmaları söylenebilir. Diğer yandan her daim siyasal iktidarlarla iç içe oldular. Kimi zaman bu konuda yarıştılar. Bunun sonucunda bazıları battı (ABD’de Lehman Brothers gibi), bazıları işini yoluna koydu (halen faaliyette olan Fannie Mae ve Freddie Mac gibi). Kimi zaman hakim ortak kendi bankasını soydu (2001 krizinde Türkiye’de gördük, ABD’de her daim bu olabiliyor), kimi zaman sürü etkisi ile sistem dışına itilenler oldu. Ülkemizde sıradan yurttaşın “eh yeter artık” dediği ‘ücret ve komisyon’ uygulamalarına giriştiler. İş o hale geldi ki, şu anekdotu verelim (elbette bu uydurulmuş bir sahne):
Yaşlı bir beyefendi bankaya gelir, bankacı yaptığı işlemlerden sürekli komisyon ve ücret çıkartır. Beyefendi dayanamaz bankacıya “sizi Allaha havale ediyorum” der. Bankacıdan yanıt “havale ücretini alayım”. Sonunda hükümet bu duruma müdahale etti, komisyon ve ücretlere sınır getirdi. Doğru da yaptı.
Bankalar kendi paralarını değil başkalarının paralarını borç verir
Ancak bankalarla ilgili bilinmesi gereken temel yapı taşları var. Bankaların şirketlere, bireylere verdikleri krediler hep başkalarına ait paralardır, yani onlar borç alır borç verirler. Bu mekanizmayı kısaca anlatalım. Bir ticari bankanın iki temel fon kaynağı vardır. Bunlar özkaynak ve yabancı kaynaklardır. Özkaynak, kabaca bankanın sermayesi ve ihtiyat akçesidir. Yabancı kaynaklar ise borçtur. Bankaların borçlandıkları dört kaynak bulunur. Sizden, benden, şirketlerden, bulurlarsa devletlerden aldıkları mevduat, yurt dışı ve yurt içinden aldıkları krediler, TCMB’dan aldıkları krediler ve çıkardıkları menkul kıymetlerdir. Türk bankacılık sisteminin birinci kaynağı mevduattır. 2020 Mart sonu itibari ile fon kaynağı içindeki payı yüzde 57,3’dür. Mevduatın yüzde 48’i TL cinsinden, yüzde 53’ü döviz cinsinden. Yani halkımızın önce milliyetçi söylemine rağmen iş kendi çıkarı dokunduğunda hemen ulusal parasından kaçıp dövize yöneldiğini görmekteyiz. Çünkü ekonomide işler iyi gittiğinde TL mevduatın toplam mevduattaki payı yüzde 70’lere dayanmıştı. Bunu halkı suçlamak için söylemiyoruz. Ne de olsa o bir “homoeconomicus”.
Türk bankaları sağlam
Bankaların mevduat toplamalarının da kredi bulmalarının da ilk gerekli koşulu “güvenilir” olmalarıdır. Güvenilirlik öncelikle yasaların belirlediği kurallara uymaktan, (sermaye yeterliliği gibi rasyolarda istenilen oranı sağlamaktan) sonra da etik değerlere bağlı olmaktan geçer. Örneğin 2002 krizi sonrası bankalara getirilen artırılan sermaye yeterliliği rasyosu katı bir şekilde uygulandığı için kimse çıkıp Türk bankaları batıyor diyemez. Çünkü bankaların sermaye oranı yaşanılan onca sıkıntıya rağmen istenilen yasal sınırın (yüzde 8) bile üstünde, yüzde 17,9 dolayında. Dolayısıyla hem hükümet hem de başka kurumsal yapılar bankaların üzerine varırken, dikkatli olmalı. Ne kurallar bozulmalı ne de itibarları zedelenmeli. Çünkü sektörün bu iki değişkene duyarlılığı yüksek.
Bankalar sermayelerini ve topladıkları parayı; kredi plasmanında, devlete borç vererek değerlendirirler (yani fon kullanımı). Kurumsal kredi verilirken sektör ve firmalarda seçici olmaları gerekir, yine bireysel kredilerde hangi alana (konut, araç gibi) kaynak aktaracaklarsa dikkatli olmak zorundalar. Ancak fon yöneticilerini en çok zorlayan iki unsur vade uyumu ve fiyat riskleridir. Fiyat riski, faiz ve kur riskidir. Çünkü her iki riski belirlemede de dışsal faktörler öne çıkar. Hükümetin makro iktisat politikalarındaki değişim, dünya ekonomisindeki gelişmeler, son olarak yaşadığımız salgın gibi gelişmeler fiyatlarda oynaklığı artırır.
Bu kadar çok risk olunca bankacılar adeta (finans) mühendis oldular. Modeller kurdular, tahmin yöntemleri geliştirdiler. Ancak bu gelişmeler pek işe yaramadı. En yetkin finansçıların, finans mühendislerinin çalıştığı ABD bankacılık sistemi 2008 krizinde çöktü. Finansçıların ve iktisatçıların ihmal ettikleri nokta “iktisadın felsefi ayağı etik ilkeler ihmal edilirse, teorisinin ve kurumsal yapılanmasının da çökecek olmasıdır.”
İktisat bir ahlak bilimidir
Aslında sadece finansal piyasaların değil, ekonominin tamamında yaşadığımız sorunların kaynağında iktisadi birimlerin (hanehalkı, şirketler, devlet) ve de en başta iktisatçıların “iktisat” biliminin ve iktisadi hayatın temelinde “Ahlak” olduğu unutmalarıdır. İktisadın babası olarak görülen, liberal iktisadi sistemin ilk teorisyeni A. Smith’in şu sözünü unutmamak gerekir “iktisat aslında ahlak bilimidir”. Smith’in kendisi de zaten bir felsefe-etik- profesörü idi. Bir başka örnek kapitalizme en ciddi eleştirileri yapan Karl Marks da felsefesi doktorası yapmıştı.
İktisadı ve iktisadı anlamak için işe felsefeden başlamak gerekiyor. Bu özellikle ABD üniversitelerinde ihmal edildiği için mühendis iktisatçılar ne krizi ön görmede ne de krizi çözme de başarılı olamadılar. Ülkemizde ise durum nedir sorusuna ben değil değerli felsefeci Ioanna Kuçuradi şöyle yanıt veriyor: “Eğitimimizde eksik olan bir şey de, kişilerin etik yeteneklerini geliştirecek çalışmalardır….. 12 yıllık temel eğitim herkes için aynı olmalı, yani temel eğitim meslek eğitimi olmamalı…Eğitimde felsefeye yer verirsek 20 yıl sonra farklı bir Türkiye olur”.