Aziz Nesin aramızdan ayrılalı 29 yıl oldu
Ölüm... Hayatın arka kapısı. Oradan çıkıp sessizce gittiler/gidiyorlar birer birer. Önce, hâlâ odadaymışlar gibi hissediyorsunuz, - arka kapı olduğunu bilmenize rağmen - yoo, hayırr, yapmamıştır bunu, terk etmemiştir diye düşünüyorsunuz, sonra büyük bir sessizlik!
Çıt yok! Biraz daha yalnızlaşıyoruz...
Dostlarımın çoğunun yaşça benden büyük olması nedeniyle, o sıralı ölümlerle çok erken karşılaştım... Edip Cansever'den Cemal Süreya'ya; Sevim Burak'tan Attilâ İlhan'a onlar, "her ölüm erken ölümdür" dizesini hiç aklımdan çıkarmadılar; beni eksilterek, içimde uçurumlar yaratarak arka kapılardan çıkıp gittiler...
6 Temmuz, Aziz Nesin’in aramızdan ayrılışının (1995) 29. yılı. Aziz Nesin, 20 Aralık 1915 doğumlu... UNESCO'nun yayınladığı Index Translationum adlı dünya çeviri bibliyografyasına göre Türkçe yazan edebiyatçılar arasında Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet'in ardından eserleri yabancı dillere en çok çevrilen dördüncü yazar konumunda.
Ben, kendisini tanıdığımda 80’lerin ilk yarısıydı sanırım. Kitaplarını yutarcasına okuduğum usta ile Türkiye Yazarlar Sendikası’nda (TYS) başlayan tanışıklığım, onda tanık olduğum dürüstlüğün, edebiyatçı ve aydın sorumluluğunun örnekleriyle yazarlığının yanı sıra kişiliğine hayranlıkla da pekişti.
TYS etkinlikleri ve toplantıları nedeniyle sık sık görüşüyorduk. Asya - Afrika Yazarlar Birliği Toplantıları’ndan birisi, benim de görev aldığım bir TYS organizasyonuyla Ankara’da yapılmıştı. Dönemin Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’ti. Devlet Konukevi’nde bir yemek vermişti. İlk sözü alan Aziz Nesin konuşmasında, kendisine muhalefet edeceklerini bilse de devletin kültür-sanata, sivil toplum kuruluşlarına desteğinin zorunlu olduğunu vurgulayan bir konuşma yapmıştı. Ardından konuşan Zeybek, Aziz Nesin’in sözlerini doğrulamış ve bu desteklerin, devletin görevleri arasında olduğunu söylemişti... Hey gidi günler!
O yıllarda sendika binasının yanı sıra Teşvikiye’de Hüsrev Gerede Caddesi’ndeki eve de Çatalca’daki Nesin Vakfı’na da Aziz Bey’i görmeye gidiyordum. Vakıf binalarının Aziz Bey’in kitaplarından gelen teliflerle yükselmesine, orada kalan çocukların gözlerindeki mutluluğa tanık oluyordum.
Eğitim olanaklarından yoksun bu çocuklar, tükettiğinden çok üreten, toplumsal sorumluluğu olan, özgüvenli ve özverili, kendini sürekli geliştiren, kendine ve dünyaya eleştirel gözle bakan, topluma yararlı bireyler olma yolunda Aziz Dede’lerini gururlandırarak gözümüzün önünde büyüyorlardı.
O yıllarda belediyeler edebiyat şenlikleri düzenliyorlardı. Bazılarının organizasyonlarını ben gerçekleştirdiğim için, konuşmacı olarak davet ettiğim Aziz Bey’in 24 saatine de tanık oluyordum. Tıklım tıklım dolu salonlarda, parklarda yaptığı konuşmaları, binlerce kişiye kitap imzası izliyordu, yani yorucu bir tempo söz konusuydu. Ancak o, 4-5 saat uykuyla yetiniyordu.
Sabah çok erken kalkıyor, çalışmaya başlıyordu. Düşünün kendi yazıları, kitap hazırlıkları, örgüt çalışmaları, konuşmaları, okuma ve söyleşi toplantıları, yurtiçi ve yurtdışı gezileri, vakfın işleri, biteviye yoğun bir çalışma temposu...
Aziz Bey, benim gibi yetişmekte olan bir edebiyat tutkunu için gerek yaşantısı gerek aydın kişiliğiyle o kadar iyi bir örnekti ki... Çoğu zaman özlüyor; o sağlam, dirençli tavrını çok arıyorum. Yaşasaydı onu örnek alacak insanların sayısı daha da artacaktı. Belki de birçok şey daha farklı olacaktı, kim bilir?