Aynı bütçeyle üç kat daha fazla proje yapabilir miyiz?

Güven SAK
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Herkesin derdi farklı. Hadise aynı hadise ama herkesin tepkisi kendi konumuna göre. Geçen hafta içinde bulunduğumuz konjonktürde ilk ihtiyacımızın berraklık olduğuna değinmiştim. Zihinlerde nasıl bir sürecin içinde bulunduğumuza dair berraklık olmazsa olsa olsa sorunların içinde debelenebiliriz.

İlk örneği de tarım politikasından verdim. Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında artan gıda fiyatları ve giderek derinleşen gıda krizi ihtimali tarımı ve tarım politikasını öne çıkarıyordu. Bugün ise Türk lirasındaki hızlı değer kaybının işgücü piyasalarında, dış ticarette bizi getirdiği noktaya değineyim. 2018 yılından beri liranın rekor değer kaybı, Türkiye’yi fakirleştirdi. Üç konuya değineyim. Önce bir anekdot sonra dış ticaret istatistiklerinin gösterdiği durumu anlatayım isterseniz.

Türkiye’de kalmak eşit işe düşük ücrete razı olmak mıdır?

Önce bir anekdotla başlayayım. Geçenlerde hakikaten küresel bir finansal kurumun İnsan Kaynakları bölümünden iki yetkili beni ziyaret etti. Şaşırmadım diyemem doğrusu. İlgili kurumun başka bölümlerinde çalışanların ziyaretlerine alışıktım. Ama İnsan Kaynakları gibi idari bir birimden kimse ile daha önce konuşmamıştım.

Uzun bir Türkiye sohbetinin sonunda konuya geldik. Lafa “Türkiye’de ücretler Türk lirası cinsinden ödeniyormuş” diye girdiler, önce “Türkiye’de yabancılarla da iletişim kurabilecek yeteneklere sahip kıdemli bir Türk çalışan yılda net 50 bin dolar kazanır mı?” diye sordular. Tartışmayı aşağıdan değil, en üstten açtılar. Sonra “Peki, bu düzeyde bir görevli bundan bir buçuk, iki yıl önce, yılda net 100 ya da 150 bin dolar kazanabilirdi değil mi?” dediler.

Ben öyle bakarken, can alıcı soru geldi: “Acaba” dediler “aynı Amerikan doları cinsinden bütçeyle, kaç kat daha fazla proje yapabiliriz Türkiye’de? İki kat, üç kat?” Böylece insan kaynakları biriminin derdini öğrenmiş oldum. Doğrusu pek şaşırdım bu duruma.

Birkaç nedenle. Birincisi, Türkiye’yi hakikaten yakından tanıyan küresel bir kurumun ana merkezindeki yetkililerinin, ülkedeki ekonomi politikası performansından hiç umutlu olmadıklarını çok açık görmekten sanırım. Hani ekonominin farklı alanları ile ilgilenenlerle sohbet etmeye alışıktım ama işi bizim memlekette çalışacak olanlara kontrat hazırlamak, ücret belirlemek olan birileriyle hiç konuşmamıştım doğrusu. İşi konuşmak değil, yapmak olanlarla konuşmamıştım hiç. Bu ekonomik konjonktürde nasıl iş yapılır diye düşünenlerle hiç böyle uzun sohbet etmemişim demek ki.

Demek ki, kimse Türkiye’nin kur istikrarını yeniden sağlayabileceğini, enflasyonu kontrol altına alabileceğini, Türklerin yakın gelecekte yabancı paradan Türk lirasına yeniden geçebileceğini düşünmüyor. En azından bir süre için aynı dolar bazında bütçeyle Türkiye’de daha çok iş yaptırabilir miyiz diye merak ediyorlar. Zaten kafalardaki soru yalnızca aynı dolar bazında bütçeyle kaç kat daha fazla iş değil ne kadar süreyle ne kadar daha fazla iş, benim anladığım.

Bu analiz değil, memleketin geleceği doğrudan aslında. Konuşmak değil, yapmak.

İkincisi, Türkiye’de yabancı uyruklu olan çalışanlarla Türk vatandaşı çalışanlara aynı işi yaptıkları halde, yabancı para cinsinden farklı ücret ödemeyi düşünebilmelerine şaşırdım galiba. Üstelik bunu enflasyonun iyice kontrolden çıktığı, ilk elde yüzde 70’i zorlayacağı bir ortamda düşünmeleri bir garip geldi. Bir doların lira karşılığı artarken, bir ekmeğin fiyatı, bir kilo domatesin fiyatı da artıyor ve artmaya da devam ediyor aslında.

Gerçi tam da bu noktada Avrupa Birliği Türkiye temsilciliğinin, liranın hızla değer kaybetmesi karşısında, Türk vatandaşı çalışanlarının maaşlarını Euro’dan Türk Lirasına çevirirken, yabancı uyruklu olanlara Euro cinsinden maaş ödemeye devam etmesini de hatırladım. Oluyordu zaten işte. İş zaten konuşmaktan çıkmış yapmaya geçmişti bile.

Üçüncüsü de işte tam da bu. Şaşırmama şaşırdım. Demek ki memleketin içinde yaşadığınızda, en can alıcı soruyu soracak berraklığı kaybedebilmek hakikaten mümkün olabiliyor. Aynen “derya içinde olup deryayı bilmemek” gibi bir algı yanılgısı olabiliyor. Doğru soru ortada: Aynı bütçeyle bundan böyle ne kadar daha fazla iş yaptırabiliriz ve ne süreyle.

Neden Avrupa’da on binlerce Türk mühendisi çalışıyor?

O vakitten beri düşünüyorum. Türkiye’de çalışan yeterli donanıma sahip biri bu durum karşısında ne yapar? Türkiye’de kalırsa, yılda net 50 bin dolar, Amsterdam’a giderse yılda net 150 bin dolar? Aynı işe farklı ücret. İmkan varsa gitmemek diye bir durum söz konusu olamaz sanırım. Yalnızca adresiniz Türkiye’de diye, Türk lirası yabancı paralar karşısında çok değer kaybetti diye, eşit işe düşük ücretle çalışmak zorunda kalıyorsunuz.

Eğer heybenizde satacak pamuğunuz, dünyanın her tarafında geçerli bir beceriniz yoksa burada fakirleşmekten başka bir seçeneğiniz olmuyor. Ama böyle bir beceriniz varsa, o vakit bu ülkede kalmakta ısrar etmenin de pek bir anlamı kalmıyor. Bu durum neye yol açar? Ülkenin işgücünün giderek fakirleşmesine elbette. Hem ücretler açısından hem de beceriler açısından.

Bu çerçevede baktığınızda, neden Avrupa’da bu kadar çok Türk mühendisi olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Üniversitelerimizde belirgin bir gariplik yok. Zaten bir ülkede binlerce üniversite olması da gerekmiyor. Türkiye dünyanın her tarafında çalışabilecek donanıma sahip gençleri liselerinden ve üniversitelerinden mezun edebiliyor. Kalite erozyonundan yakınsak bile, nitelikli üniversitelerimiz donanımlı mezun vermeye devam ediyorlar. Onlar burada olmazsa orada iş bulabiliyorlar.

Peki, hiç dış ticaret miktar istatistiklerine bakıyor musunuz?

Türkiye pandemi sonrası hızlı toparlanan ülkelerden biri oldu. Hatırlayın geçen yıl ihracatta 200 milyar dolar sınırını da aştık. Türkiye pandemi sonrası toparlanma sürecinde bir nevi Güney Doğu Asya ülkesi performansı gösterdi. İhracatımız patladı, çatladı ama sonuçta cari işlemler açığımız değil kapanmak azalmadı bile.

Halbuki yandaki ilk grafiğe bakarsanız, ihracatımız kuvvetli bir biçimde artarken, ithalatımız sınırlı yükseldi. Normal şartlar altında cari işlemler açığında azalma yönünde bir performans beklerdik sanırım ama olmadı.

Peki, ne oldu? Dış ticaret hadleri Türkiye’nin aleyhine çalıştı. Türkler aynı miktar ithalatı yapabilmek için daha fazla çalışıp üç kuruşa dışarı daha fazla mal ihraç etmek zorunda kaldılar. Memleket bir nevi fakirleşti. Grafik 1 bunu özetliyor. Grafik 2 ise, üretip ihraç ettiğimiz malın nasıl değersizleştiğini gösteriyor. İhraç mallarında fiyatlar aşağıya doğru giderken, ithal malların fiyatları yukarı gidiyor. Sonuçta ihracat fiyatı/ithalat fiyatı oranı 2013’te 100 ise şimdilerde 75’e doğru gerilemiş duruyor.

Enerjiyi sadece içeride değil, dışarıda da sübvanse ediyoruz

Peki, bu nasıl oluyor? Türkler nasıl böyle hızlı fiyat kırıyor. Birincisi, herhalde burada geçen yılın düşük elektrik fiyatları ve doğal gaz fiyatlarının bir katkısı var. Millet elektriği, enerjiyi dünya fiyatlarından ucuza alınca, ihracatta yüksek oranda fiyat kırmak mümkün oluyor. Türkiye özellikle enerji yoğun sektörlerde geçen yıl sanırım böyle ihracat rekorları kırdı. Mesela benim en çok gözüme batan Amerika’ya demir çelik ihracatındaki patlamaydı. Demir çelik, alimünyum gibi enerji yoğun sektörlerden başlayarak, ihracat performansına bir kez daha bakmakta fayda var sanırım.

İkincisi, 2018’den beri Türk lirası dolar karşısında eridikçe, çalışanların ücretlerinin dolar karşılığı en hızlı eridi. Aynı “hakikaten küresel” o kurumun merkezdeki insan kaynakları yöneticileri gibi, Türkiye’den mal alan yabancılar yabancı para cinsinden aynı bütçeyle daha çok mal almaya çalışmaya başladılar. Grafikler öyle diyor doğrusu.

Üçüncüsü ise yerli işletmeler açısından dışarıdan mal alanlara doların artan Türk lirası karşılığı üzerinden indirim yapmak, fiyat kırmak sanki kolaylaştı. Bunun bir illüzyon olduğunu biliyoruz ama öyle oluyor işte.

Dördüncüsü ise herhalde doğrudan artan hammadde, enerji ve gıda fiyatları ile alakalı. İthal malların fiyatları hakikaten çok arttı. Onunda bu performansta doğrudan bir katkısı var.

Türkiye ekonomisinin ciddi bir dış şokla karşı karşıya olduğu ortada ama şunu da unutmayalım kabahatin çoğu içerideki politika hatalarından kaynaklandı. Şimdi Rusya-Ukrayna savaşının elli ikinci günündeyiz. Öyle görünüyor ki bu iş daha sürecek. Hesapları buna göre yeniden elden geçirmekte fayda var doğrusu.

Görünen köy kılavuz istemez. Hadise ortada. Kısmi analizler resmin tamamını görmenizi engelliyor olabilir ama artık yıkıntı bütün ihtişamı ile ortada duruyor.

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Ve o sırada dünyada… 29 Temmuz 2024