Avrupa, güvenlik rüyaları görüyor
Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell’in, ihtiyaç duyulacak alanlarda kullanılmak üzere 5.000 kişiden oluşan bir AB acil hareket gücü kurulması için ortaya attığı planlar, küresel güvenlik alanında AB’nin daha özerk aktör olmasına imkan verecek bir askeri güce sahip olması özlemlerinin yeni bir ifadesini oluşturuyor. Aynı özlem 2007’de 1.500 kişilik benzer bir birlik oluşturulması kararına zemin teşkil etmişti ama bilebildiğim kadarıyla, bu fikir de uygulamada fazla mesafe kat edemedi. AB iktisadi bir dev ise de, güvenlik alanında daha ziyade bir cüceyi andırmaktadır. Uluslararası siyasette, beraberinde bir güvenlik kabiliyeti de geliştirmedikleri sürece, bir ülkeler “topluluğu” sadece güçlü iktisadi imkanlarla etkin bir küresel güç olamaz. AB’nin sorunu, arada sırada niyet ifade etmesine ve ABD'den kaynaklanan Avrupa’nın savunmasına daha fazla kaynak ayırması gerektiği uyarılarına rağmen, “Birlik” seviyesinde bir güvenlik kapasitesini geliştirememiş olmasıdır.
“Avrupa ve AB güvenliği iki ayrı kavram”
AB’nin güvenlik ikilemlerinin tartışmasına Avrupa ve Avrupa Birliği güvenliği kavramlarının farklı olduğuna, bunların iki farklı ülke gruplaşmasına tekabül ettiğine işaret ederek başlayabiliriz. Avrupa güvenliği dendiğinde genellikle kast edilen NATO’nun Avrupalı üyeleridir; AB güvenliği ise, isimden de anlaşılacağı üzere, AB üyeleri ile sınırlıdır. İngiltere ve Türkiye gibi iki büyük askeri güç NATO üyesi olarak Avrupa güvenliği içinde yer alırken, Kıbrıs gibi bölünmüş ve Türkiye ile ilişkileri ihtilaflı olması nedeniyle NATO’ya giremeyecek bir ülke AB savunma yapılanmasının bir parçasıdır. NATO’nun Avrupa ayağı diye bir gruplaşmaya sık sık atıfta bulunulurken, AB’nin henüz kimliği güçlü bir güvenlik camiası oluşturamamış olması dikkati çekmektedir. İngiltere ve Almanya, ABD’nin kıtayı savunma taahhüdünden tamamen uzaklaşmaması için uzlaşmacı bir yaklaşım sergiliyorlar. Baltık ülkeleri ve Polonya da, ABD desteği olmadan bir Rus saldırısına karşı koyamayacaklarını düşünüyorlar. Buna karşılık Fransa, her ne kadar Macron döneminde bu tutumu biraz yumuşamışsa da, kendisinin lider rolünü üstleneceği özerk bir Avrupa savunma düzeni kurulmasından yanadır.
“AB’nin bu özleminin önünde çok sayıda engel var”
Şimdi de AB’ye döner ve onun askeri kabiliyetlerini geliştirme özlemlerine bakacak olursak, çok sayıda engelin olduğunu görüyoruz. Zaten NATO’ya baktığımızda, AB üyeleri arasındaki önemli anlaşmazlık konularından birini tespit ettik. Fakat başka konular da var. İlkin, önemli kararların oybirliği ile alındığı AB’de tipik olarak kararlar asgari müşterek düzeyinde kalmaktadır. Bu gerçeğin güvenlik alanında ne anlama geldiğine baktığımızda, her üyenin farklı güvenlik ve dış siyaset amaçları gütmesi nedeniyle karar vermenin karmaşıklaştığına şahit oluyoruz. Örneğin, Doğu Akdeniz’deki güvenlik sorunlarının ne olduğu ve nasıl çözülebileceği konularında Almanya ve Fransa’nın aynı düşüncede oldukları pek açık değildir. Fransa Türkiye’yi tam bir düşman olarak kabul etmekte, Almanya ise çözüm odaklı ve Türkiye’yi dışlamayan bir yaklaşımı tercih etmektedir. Daha genel olarak, bütün üyelerin üzerinde anlaşabildikleri ortak bir tehdit yokmuş gibi gözükmektedir. İkinci olarak, Fransa Avrupa güvenliğini sağlamakta önderlik yapabileceğini düşünmektedir. Bu tutum birçok açıdan gerçekçi olmaktan uzaktır. ABD’den farklı olarak Fransa AB’yi bir dünya gücü yapmaya yetecek seviyede nükleer güce ve bunları taşıma sistemlerine sahip değildir. Ayrıca, diğer AB üyelerinin Fransa’nın nükleer gücünü genişletmesine olumlu yaklaşmaları da beklenemez. Buna karşılık AB’nin her bakımdan en güçlü üyesi Almanya’nın nükleer silahlar geliştirmeye yönelmesi ihtimal yok gibidir. Üçüncü olarak, Napolyonun Moskova dönüşünden beri Fransa’nın imza attığı askeri başarıları hatırlamak kolay olmamaktadır. Fransızları 1871’de Bismark’ın orduları yenmiştir. Her iki dünya savaşında da Fransızları Amerikalılar ve İngilizler kurtarmışlardır. Sömürge savaşlarında da yenik düşmüşlerdir. Son olarak, Fransa’nın tek başına, AB’den bağımsız olarak bir dünya lideri olma sevdasını gözleyen diğer AB üyeleri, neden güvenlikleri için Fransız dostlarına bağlanmayı arzulayacaklardır? Bu da belli değildir.
NATO, bütün üyelerinin ortak bir tehdidin varlığı ve bu tehdidin ancak ABD’nin sahip olduğu imkanlarla savuşturulabileceği üzerinde anlaşmaları sayesinde başarılı oldu. Avrupa’nın savunmasını üstlenmelerinin karşılığında Amerikalılar ittifakın savunma stratejisini belirlediler, diğer üyelerin de, her zaman memnun olmasalar bile, bu stratejiye uygun hareket etmelerini beklediler. Soğuk Savaş sona erince, Amerika’nın bu hükmedici konumu da aşınmaya başladı. Sonuç, değişen koşullara uyum sağlayarak varlığını sürdürmeye çalışan nispeten zayıflamış bir NATO oldu. Bu gelişmelerin ışığı altında, yaşadığımız günler AB’nin küresel bir güvenlik aktörü olma hayallerini kovalaması için hiç de elverişli gözükmemektedir.