Atatürk bundan azını hakketmiyor!
O kadar enteresan bir memleket oldu ki bizimkisi, enteresanlığı dahi yavanlaştı...
Yakında, 3 Kasım da, vizyona girecek olan; 29 Ekim’de ise FOX TV’de daha kısa bir versiyonu yayınlanacak “Atatürk 1881 – 1919” filmiyle ilgili görüşlerimi paylaştığım; bir miktar da filmin yayınına dair sürecin arka planına girdiğim yazının ardından gelen tepkilere bakınca fark ettim ki gerçekten ülkenin ruhu karışmış…
Genelde verdikleri mültefit tepkiler için, ilgi gösterip yazıyı okuyan büyük çoğunluğa ilişkin, tek söyleyebileceğim teşekkür etmekten ibaret. Öyle iltifata şayan bir iş yaptığıma dair bir algım da yok, doğrusu. Neticede bir film seyrettim; sonrasında da duyduğum, hissettiğim, araştırıp öğrendiğim muhtevayı lütfedip ilgi gösterebileceklerle paylaştım. Sadece ben de değil; aralarında İsmail Saymaz, Fatih Altaylı, Mustafa Kartoğlu’nun da bulunduğu bir grup gazeteci de, elbette kendi üslûp ve bakış açılarına göre, yaptı aynı işi. Ortada iltifata şayan bir durum varsa, bu esasında Atatürk filmine; onu ortaya çıkaran yönetmenine, oyuncusuna, yapımcısına dairdir. Bu da film geniş kitlelere ulaştığında onlar tarafından takdir edilecek bir konu kuşkusuz. Gerçekten hayranlık uyandırıcı olansa Nazım’ın tabiriyle “sarışın kurt”tur. Bu yapım ile senaryolaşan hikâyeyi yazan; kendi kişisel öyküsünü Türkiye Cumhuriyeti denilen destana dönüştüren adamdır; Atatürk’tür…
Gelelim ruh karışıklığı meselesine… Sevdiğim bir söz var: “Paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez.” Sağlıklı bir doz şüphecilik sadece faydalı değil, aynı zamanda gereklidir de. Dozunda, disiplinli ve sistematik bir şüphecilik, sadece merakı, araştırmayı tetiklemekle kalmaz. Mutlak kanaatlerin yol açtığı önyargılardan, dogmalardan korur. Bu tür bir şüpheciliğin insana ilk uyarısıysa kendi kanaatlerine karşı tedbirli olmaktır. Bu kanaatleri özellikle de bilgi birikiminin bulunmadığı, neden sonuç ilişkilerine hâkim olmadığı konularda tedbirle, itidalle, kuşkuyla dengelemektir. Ancak, iş bilgi sahibi olmadığınız konularda fikir yürüterek neticelere varıp, sonra bunlara hakikat muamelesi yapmaya geldiğinde sağlıklı şüphecilikten uzaklaşmış oluyorsunuz. Bunun sonucu ya bir türlü bir referans noktası bulup temellenemeyen bir fikri kaybolmuşluk ya da kendi kanaatlerinize sıkı sıkıya bağlanarak, bunlar hilafına duyduğunuz her şeyi peşinen reddettiğiniz; okuduğunuz, duyduğunuz her şeyde, kendi düşüncelerinizin teyidinden başka bir şey işitmenize cevaz vermeyen yobaz bir septisizm. Her iki durumda da fikrinize ters düşen bilgilerle karşılaşmanız, çoğunlukla sadece açık veya örtülü ifade edilen bir öfkeye dönüşüyor. İfadenin açık veya örtülü olması arasındaki farkı belirleyense genellikle iktidara olan mesafeniz oluyor. (Açıklama parantezi: Burada kullandığım manada “iktidar” güç ve etki manasınadır. Siyasi iktidarı kapsar ancak onunla sınırlı, ondan ibaret, değildir.) İktidarı kullanabiliyorsanız öfkeniz daha açık, tabiri caizse icraatın içinden, tezahür ediyor. İktidara uzaksanız çoğunlukla kendinizi kendi yankı odanıza, fanusunuza hapsediyorsunuz. Bazen de, dar alanda kısa paslaşmalar misali, söylemeyip söyleniyor, “kendiniz gibilere”, nüanslar üzerinden, öfkelenip “sizin gibi olmayanlardan” “hıncınızı” alıyorsunuz!!! Ne de olsa bu, toplumsal muhalefet icra edermiş gibi yapmak ve kahramanlık yapıyormuş gibi yürek yelpazelemek bakımından güvenli. Ne olsa sen, ben, bizim oğlan birbirimizi ağırlıyor, azarlıyoruz. Kutuplaşma dediğimiz olgu buradan besleniyor. Zira, bu tarz bir şüphecilik esas olarak toplumu bir arada tutan tutkalı, toplumsal güven duygusunu yok ediyor. Tabii, ortada referans kalmayınca boşalttığınız fikri alanı doldurmak isteyenler bu boşlukta canlarının istediği gibi at koşturuyorlar. O da başka…
Bunu andıran bir duruma geçen hafta yazdığım yazıya verilen tepkilerle bir defa daha şahit oldum. Zira, yazımın başında sözünü ettiğim ve müteşekkir olduğumu ifade ettiğim kitlenin dışında yazıya ilgi gösteren başkaları da vardı. Mesela; Atatürk düşmanları. Onlara ilişkin söyleyecek fazlaca bir şey yok. Bu güruhu marazi ruh halleri içerisinde değerlendirmek gerektiğini zaten biliyoruz.
Ancak, bir grup daha var ki bence esas manalı olan onlara ilişkin konuşmak. Çünkü, iyi niyetlerinden kuşkum yok. Tam da bu sebeple sözünü ettiğim ruh karışıklığında onları çekip çıkarmaya belki bir vesile teşkil eder, bir de onlar gibi düşünmeye mütemayil olanlara bir faydası olabilir, diye dikkatimi çeken kimi hususlarda birkaç kelam etmek istiyorum.
Yazının gazetemizde yayınlanan versiyonunda olmayan kimi bilgileri çevrimiçi sayfamızda uzun haliyle sizinle paylaşmıştım. Burada “Atatürk 1881 – 1919” yapımının Disney şirketi ile olan hikayesini, Disney’in içerisinde bulunduğu mali sıkıntıları da anlattım. Yazıyı yazarken ABD borsasında işlem gören bu şirketin bilgilerini hem dinledim hem de açık kaynaklardan teyit ettim. İkiden fazla kaynaktan teyit edemediğim bilgileriyse, “miş” ekiyle, rivayet olarak, paylaştım. Kaldı ki, yapım ile Disney arasında bir mülkiyet ilişkisinin kalmadığı bu ortamda, davet edildiğimiz medya ön gösterimi ile Disney arasında bir rabıta olmadığı gibi, bu firmanın herhangi bir temsilcisiyle de görüşmedik. İletişim işini bilen birisi olarak açık fikrim Disney’in bu meseleyi çok kötü yönettiği. Duyup, gördüğümden anladığım da bu işi “polemiğe girmemek ve sessizce halletmek” isterken; muhtemelen de iletişim sürecini ABD’den yönetmeye yeltenerek, son derece başarısız oldukları. Bunu da yazdım…
Sosyal medya zamanın kamusal alanı. Burada muhatap olduklarınız kimi zaman “ayıbın” kimi zaman da “manasızlığın” sınırlarını zorlayabiliyor. Yine zaman içerisinde bunlara aldırmamayı da öğreniyorsunuz. Neticede mecranın doğası bu. “Atatürk” yapımı ile ilgili yazıma verilen tepkiler arasında, en başta şükranlarımı ifade ettiğim kitlenin ötesinde, “Atatürk” sevdalısı olduğunu anladığım, bununla birlikte yazının başında anlattığım gibi, iyi niyetli, ancak yobaz septisizmin örneklerini sergileyenler de oldu. Halbuki, eğer Atatürk’ün mirasçılığına ilişkin bir iddiası varsa bu kitlenin doğru akıl yürütmesi gerekir ve beklenir.
Zira, eğer “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.” diyen bir liderin izinden gitmekte olanlar, ortamın kendilerine hissettirdiği köşeye sıkıştırılmışlık hissiyle; yüzlerini “fikri kaybolmuşluğa” veya “yobaz septisizm”e dönerlerse, bu kuşkusuz fena bir gelişmedir. Eğer, “aklın ve ilmin” mirasçısı olması gerekenler, yüz yıllık ve borsada işlem gören bir Amerikan şirketinin, pazar payı bakımından pek parlak bir performans göstermediği ve bu olaydan sonra da pazar payını artıracağı hayalinde olması pek ihtimal dahilinde bulunmayan bir piyasada, sırf görüntüyü kurtarmak için, ticari performansının başarısızlığına dikkat çekecek bir yazı yazdırmak isteyeceğini düşünüyorsa, bunu akla, ilme ve mantığa uygun bir şüphecilik olarak değerlendirmek zor.
Aynı yazıda ABD’deki Ermeni lobisinin “Atatürk” konusunda esasen başarısız olduğu ve “fırsatçı bir işgüzarlık” içerisinde olmak dışında bir etkisinin bulunmadığını yazmıştım. Buna memnun olunacağına, adeta ısrarla “Hayır, Ermeni lobisi Atatürk dizisini yayından kaldırttı” demek devam etmek hevesi içerisinde olmak, üstelik hal böyle değilken, kime ne fayda sağlıyor? Sırf söylenmeye devam etmek için, muarızlarınıza güç atfetmeye çalışmanın; bu yenilgi kabullenme hevesinin (Uyarı parantezi: Çünkü kabul edelim ki, bu kabulleniş “onların gücü yetiyor, bizimki yetmiyor” ezilmişliğine giden yolu açıyor.), tekrar ediyorum bu gerçek değilse, kime ne faydası var? Her şeyden önemlisi Atatürk’e, onun mirasına, onun en çok önemsediği meselelerden birisi olan ulusal onurumuza, ne yararı var bu yaklaşımın, mesnetsiz şüpheciliğin? Ancak, burası Türkiye elbette. Hepimiz birbirimizden şüphe ederken, çoğumuz, her tür komplo teorisinin tuzağına da aynı hevesle düşmüyor muyuz?
Yapılması gereken, istiyorsanız gidip yapımı görmek; benim gibi beğendinizse sahip çıkmak ve bu yapımın üzerinden Atatürk’ümüzü yüceltmek, daha geniş kitlelere onu ve onun vasıtasıyla Türkiye’mizi sevdirmek değil mi? Atatürk bundan azını hakketmiyor zira…
Gerçekler ile kanaatlerimiz arasındaki ilişkiyi daha sağlam kurmamız gerekiyor. Hele onun manevi mirasına sahip çıkmak iddiasındaysak…