“Asgari ücretten yeni hikâyeye”
Geçen hafta bana asgari ücret hakkında soru soruldu. Oldukça basit bir cevap verdim. "Asgari ücret açlık sınırından daha düşük olmayacaktır." Türk-İş 'in her ay açıkladığı açlık sınırı şu an itibarıyla asgari ücretin üzerinde bulunuyor. Malumlarınız asgari ücret 17 bin 2 TL, açlık sınırı ise 20 bin 562 TL civarında. Kasım ayında bu civarda olan açlık sınırının Aralık ayında 22 bin TL olacağını söylemek falcılık olmaz.
Dolayısıyla açlık sınırının altında bir asgari ücretin tespiti büyük bir hoşnutsuzluk yaratacağı için en az 22 bin 500 TL civarında olacağını düşünebiliriz. Bu da aşağı yukarı %32 'lik bir artış anlamına geliyor. Eğer 23 bin TL olursa artış %35 civarında olacak. Daha önce Hazine ve Maliye Bakanı ile ekonomi yönetiminden gelen açıklamalar %35 'lik bir artışın enflasyon hedefleri ile çelişmeyeceği ifade edilmişti. Buradan hareketle eğer Külliye'nin sosyal adalet adına bir dokunuşu gelirse 23 bin ile 23 bin 500 arasında bir asgari ücrette karar kılınacağı da ihtimal dahilinde olabilir.
İşçi temsilcilerinin aklında 25 bin TL gibi bir seviye olsa da, toplam maliyetin yükselmesi sebebiyle kabul edilmesi imkan dahilinde gözükmüyor. Bu arada Ankara'dan "işveren de fedakarlık yapsın" gibi açıklamalar geliyor ama aslında burada sorun çalışanların brüt kazançlarından yapılan kesintiler. Aslında brüt ücretlerdeki devlet kesintileri azalsa çalışanın cebine daha fazla girecek. Dolayısıyla dezenflasyon konusunda başarısızlığın bir sebebi de bu. Ücret artışları çalışan tatmin etmiyor, işverenin maliyetlerini yükseltiyor. Kimse memnun değil halinden ama ekonomi yönetimi çok memnun. İnat mı desem, ısrar mı desem, iddiacılık mı desem? Yanlış yolda olduklarını bir tek biz söylüyoruz. Kredi notu artışı ve alkışlar görüşlerini engelliyor. Türkiye’nin İktisat Tarihini objektif gözle inceleseler kurları tutma işinin yanlışlığını anlarlardı. Ancak orada gözüyle gördüğüne de inanmayan kişiler var. Sözümü geri aldım.
Konuya dönelim: Ortalama ücretlerin asgari ücrete en yakın olduğu ülkelerden biri Türkiye ancak bu "ucuz iş gücü" anlamına gelmiyor. Kurları tutup faizleri yüksek bırakan bu reçetenin birçok yan etkisinden biri de özel tüketimin değil, yatırımların yavaşlaması. Sanıyorum bu mesele bizi 2025'te de epeyce meşgul edecek.
İş dünyası karamsar ama gerçekçi
Döviz kurlarının aşırı düşük seyretmesinden rahatsızlık duyanlar arasına yabancı sermayeli firmalar da katıldı. Mercedes-Benz Türk AŞ'den yapılan açıklamaya göre düşük kur ve maliyetler sebebiyle ihracatta ciddi bir pazar payı kaybı yaşanıyor. "Serbest kur rejimine geçilmediği sürece Türkiye otomotiv ihracatında telafisi olmayacak kayıplar yaşayabilir" şeklinde bir cümle de sarf edilmiş gözüküyor.
Perşembe akşamı Eskişehir'de, Cumartesi Ordu'da sanayicilerle bir araya geldim. Dün de Ankara'da iş insanlarıyla görüştüm. Açıkçası herkes eriyen karlar ve pazar payı kayıplarından bahsediyor. Ekonomi yönetiminin enflasyonla mücadele metodunun uygun olmadığını ancak şu an öncelikli konunun ekonomi değil güvenlik olması sebebiyle Külliye'den herhangi bir müdahale beklemediklerini ifade ediyorlar.
Hafta sonu bazı alışveriş merkezlerindeki hareketliliği de yakından izledim. Aralık ayı perakende açısından her zaman iyi geçer ancak, mağazalardaki satıcılar "hedefimizin üçte birine bile henüz ulaşamadık" dediler. Herkesin beklentisi aralık ayının son haftası satışların artacağı yönünde. Ancak benzer ürünlerin Avrupa'da en az yarı fiyatına satılıyor olması bir başka gerçek. Geçen hafta Gürcistan'dan ucuza Iphone satın almaya giderken Karadeniz Otoyolunda heyelan altında kalıp hayatını kaybeden dört gencin hazin hikayesi de eklenince mesele başka bir boyut kazanıyor.
Ekonomi yönetimi hem iş dünyası hem de vatandaşla tamamen bağlarını koparmış gibi duruyor. Seçimlere daha çok uzun süre olsa bile bu durum siyasetin çok uzun süre taşıyabileceği bir yük değil. Yine de şu an Suriye meselesi daha öncelikli hale geldiği için, Külliye'nin önce iç ve dış güvenlikle alakalı adımlar atılması beklenmeli.
Türkiye'nin hangi bölgesine gitsem "Hocam ekonomi nasıl düzelecek ?" diye soruluyor. Açıkçası ne 1994 ne de 2001'de bu derece endişeye şahit olmadığımı üzülerek söylemeliyim. Türkiye'nin acilen hem içeriye hem de dışarıya anlatacağı yepyeni bir hikâyeyi yaratması gerekiyor.