Aristokrasi, burjuvazi ve demokrasi
Dünyanın hemen her ülkesinde aşırı zenginler vardı ve bugün de var: Batı Avrupa, Doğu Avrupa, Rusya, Osmanlı, Hindistan, Japonya, Çin vd. Amerika’da da baştan beri zenginler vardı: Kuzeyde ticaret ve manüfaktür güneyde tarım ve yine ticaret. Aaron Burr ve belki Albany’de yerleşik çok zengin Hollandalı Philip Schuyler’in kızıyla evlenip sınıf atlayan Alexander Hamilton dışında hemen herkesin aileden toprakları, hatta ‘Adams klanı’ denilen John Adams ve ailesinin ticaret ve sanayide de varlıkları mevcuttu. Jefferson zaman zaman ikircikli biçimde de olsa köleliğe karşı olduğunu bildirmişti ama Monticello’daki malikânesinde köleleriyle yaşamıştı. Washington’un da karısının ailesi dolayısıyla geniş arazileri bulunuyordu. Büyük toprak sahipliği vardı ancak ne fiiliyatta ne de anayasada aristokrasi mevcuttu.
19. ve hatta 20. yüzyıl boyunca ABD başkanları eğitimli orta sınıflardan çıkmışlardı. Hatta anayasayı yapan Philadelphia kongresindeki üyeler gibi –ki üçte biri hukukçuydu- çok sayıda ABD Başkanı avukattı. Bugün bile öyledir; örneğin Nixon, Clinton, Obama, Biden… ABD başkanları arasında aristokrata en yakın kişiler Theodore ve kuzeni Franklin Roosevelt’tir. Bunun dışında genel olarak burjuva denilebilecek olan yöneticiler daha çok Almanların Bildungsbürgertum’una benzer; intelligentsia, mandarinler, eğitimliler –literati. Burada Rönesans mirasının (hümanizm) özünün studia humanitatis sayıldığını ve kastedilenin hem trivium (felsefe, retorik, mantık) hem de quadrivium (geometri, aritmetik, astronomi, müzik) olduğunu ifade etmek gerekiyor. İnsan hem sayılar (kompüter) hem kelimeler (retorik) –hem de doğal felsefe yani bilimler- sayesinde insan oluyordu. Sadece sözel veya sadece sayısal bakışlar insanın özünü kavrayamazdı. Ama trivium belki de gecikmiş biçimde siyasete ve ekonomiye eskisinden de fazla etki etmiş olabilir. 19. Yüzyılda İngiltere eliti orta sınıflara ayna tutmakta, onlarla konuşarak burjuvazinin aslında ne olduğunu ‘burjuvalara’ anlatmaktadır. Schmitt’e göre Batı, politik gücün gizeminden –corpus mysticum- kaçmakta ve kendisine normatif hukukta, Juan Donoso Cortés’in adını koyduğu tartışma ortamında –burjuvazi: una clasa discutidora- bir korunaklı alan aramaktadır. Burjuvazi konuşan, tartışan sınıftır.
Burjuva bu anlama da gelir çünkü eğitimliler tanım gereği kentlilerdir. İdareciler 18. ve 19. Yüzyıllarda Prusya’nın bürokratları ve Massachusetts’in avukatları veya 20. Yüzyılda üniversite hocaları olabiliyordu. Fransa’da belki bugün bile –eskisi kadar olmasa da- önemli görevlerde ENA ve X (Ecole Polytechnique) mezunları yer değiştirdiği zaman bu haber olur ama bu insanlar o okullara sınavla girmişlerdir. En iyi okullardan mesela Sartre, Althusser yetişmiştir ama kamuda ve özel sektörde yönetici elit de buralardan mezundur. Zenginlikle veya aristokrat kökenle doğrudan ilgisi yoktur çünkü bu okullara tavsiye mektubuyla veya genel başarıyla değil çok zor sınavlardan geçerek girilir.
Robert Darnton Büyük Kedi Katliamı adlı meşhur eserinde –kitabın adı yanıltıcı sayılabilir çünkü kedi katliamı küçük bir bölümünü oluşturuyor- kültür tarihinin erken dönem yöntemsel girdilerinin bir kısmını net biçimde formül ediyor. “Rousseau’yu okurlarının gözüyle okumak”; 18. Yüzyıl Parisi’inde entelektüelleri “polislerin gözünden görmek” gibi. Ya da “eski materyelle ilgili yeni sorular sormak her zaman mümkündür” gibi. Okumak nedir ve insanlar hep bugünkü gibi mi (kitap, dergi, ezgi vs.) okuyorlardı konusu da var. Kitabın dördüncü bölümünde yer alan 1768 Montpellier’sinde “burjuva” arayıp pek de bulamamak –ya da “burjuva” o gün ne anlam ifade diyordu- da keza hoş bir dokunuş sayılmalıdır. Kesinlikle tipik bir köylü veya tipik bir burjuva –sınıfının ortalaması, yoğunlaşmış ifadesi- bulmayı ummamalıyız. Ancak bu eski tarihli bir sosyal tarih eleştirisi çünkü artık zaten ummuyoruz. Bir ihtimal kitabın dayandığı 1968-78 arası ders notlarında yer bulmuş olan –ama 1980’lerin başında da eklenmiş olabilir- bu ‘dokunuşu’ sosyal tarihçiliğe bir eleştiri olarak düşünmek lazım. Kültür tarihçiliği –ve uzantısı olan gündelik zaman tarihçiliği- o günden beri müktesebata girecek kadar geliştiği için özel bir yer vermiyoruz. Keza tarihsel malzemeyi ele alırken yer altı edebiyatının –burada yazılı edebiyat ama olmayabilir; kısmen madun edebiyatı veya letteratura subalterna anlamına geliyor- yüksek fikirler, felsefi sorgulamalar kadar açıklayıcı olabileceği tezi de öyle yeni bir tez değil artık –ki mesele Gramsci’ye kadar gidiyor. Ancak elbette artık müktesebatın bir parçasıdır.
Dolayısıyla bir soru beliriyor. Ne aristokrat ne büyük burjuva –Kennedy ve Trump hariç- ne de işçi kökenli olan bu ‘burjuvaların’ demokratik normların taşınması ve geliştirilmesindeki rolleri nedir? Bu sorunun ABD açısından bir uzantısı Common Law mirasının demokrasiyi taşımaktaki payı veya ağırlığı sorusudur çünkü ABD siyasi elitinde bir hukukçu ağırlığı var. Bu elbette T14 mezunu hukukçuların –ABD’deki en iyi hukuk okulları- zaten iyi mevkilere gelmeleriyle de alakalı ama bu saptama soruyu ortadan kaldırmıyor.