Arap Baharı’nın son kalesi de düşüyor!

İlter TURAN
İlter TURAN SİYASET PENCERESİ

2011 yılında Tunus’ta hayat mücadelesi veren Muhammed Bouazizi adlı bir seyyar sebze satıcısı kendini yakarak, sarsıntıları günümüze kadar devam eden ve bazı gözlemcilerin Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinin başlangıcı diye nitelendirdiği bir süreci başlatmıştı. Başlangıçta gerçekten de her şey değişecekmiş gibi gözüküyordu. Mısır’ın güçlü adamı Hüsnü Mübarek iktidardan uzaklaştırıldı. Libya’da Muammer Kaddafi de Mübarek’i izledi. Başar Esad onyıllar süren aile yönetimini kaybetme tehlikesi yaşadı. Fakat iktidarı kaybeden diktatörlerin yarattıkları boşluk kısa sürede Müslüman Kardeşler ya da onlara göre daha zorba İslamcılar tarafından dolduruldu. Kısa süre sonra otoriter liderler yeniden iktidarı aldılar, iktidardan hiç gitmeyenler ise ülkelerinin iç savaşlara sahne olduğuna şahit oldular.              

Bu olumsuz gelişmeler ortamında sadece olayların başladığı ülke Tunus bir başarı ışığı olarak parıldamaktaydı. 25 Temmuz günü, Tunus Cumhurbaşkanı Kais Saied parlamentoyu dağıttığı gibi, başbakanı da görevden aldı. Ardından onlarca kişi tutuklandı, medya kuruluşları üzerinde baskılar arttı, hatta Al Jazeera’nın Tunus bürosu kapatıldı. Acaba Arap Baharı’nın sonu mu geldi? Tunus’ta demokrasinin çöküşü Arap Baharı’nın tabutuna son çivinin çakıldığı izlenimi veriyor. Sorun nereden kaynaklandı?                

Arap Baharı’na baktığımızda, özünde hükümetlerinin iş görme biçiminden mutsuz olan büyük bir halk kesiminin aleyhte gösterileri ile karşılaşırız. İnsanlar yalnız özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünmüyorlar, hükümetlerin iktisadi beklentilerine de cevap vermediğinden şikayet ediyorlardı. Aşırı yoksulluk, işsizlik, piyasada ihtiyaç maddelerinin bulunamaması ve kamu otoritesinde her türlü yolsuzluğun alıp başını gitmesi gibi sorunlar bitmek bilmiyordu. Genellikle ahali kendilerini daha iyi bir geleceğin beklediğini düşünebilmekten çok uzaktılar. Sonunda isyan ettiler.               

Sorun, iktidardakilerin görevlerini yeni kadrolara aktarmalarını öngören rakip siyasi örgütlerin böyle bir değişimi zorlayamamaları idi. Karşımızda birdenbire patlak veren kitle hareketleri vardı ki, Arap Baharı hareketlerinin hepsinin de temel zaafı buydu. Ortada iktidar için rekabet edebilecek güçte ve iktidara gelmesi durumunda da ülkeyi yönetebilecek kabiliyette, örgütlü bir muhalefet yoktu. Çoğu ülkede belirli düzeyde bir örgütlenmiş olan tek örgüt Müslüman Kardeşler’di. Ancak Müslüman Kardeşler siyasi yönü de olan bir sosyal dayanışma örgütü niteliğindeydi. İktidar olmaktan ziyade iktidarlara direnmeye alışkındı.                  

Kamu düzeni çöküp de, siyasal değişim başladığında, yerel koşullara bağlı olarak, Müslüman Kardeşler ya iktidara el koydular ya da iktidarı ele geçirmek için toplumdaki diğer bazı gruplarla mücadeleye giriştiler. Örneğin Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarı ele geçirebildiler. Tunus’ta da, şu anda ekonomiyi ve COVID-19 salgınını yönetememekle suçlanan yine Müslüman Kardeşler kökenli An-Nahda parlamentoda üstün konuma geldi. Siyasal değişim için hangi formüle başvurulmuş olursa olsun, iktidara gelenler ne kendileri deneyimliydiler ne de göreve getirebilecekleri donanımlı kadrolara sahiptiler. Buna ek olarak, toplumu kendi vizyonlarına göre dönüştürmek hedeflerini, bambaşka bekleyişleri olan protestocu halk üzerinde zorlamaya yöneldiler.                 

Tüm bu ülkelerdeki temel zaaf, önceden yerleşmiş olan otoriter sistemlerin iktidarın gruplar arası el değiştirmesine imkan sağlayacak siyasal yapıların gelişmesini engellemeleri olduğu görülüyor. Burada öğrenilecek ders demokrasiden otoriter yönetime geçişin belki nispeten kolay, buna karşılık otoriterlikten demokrasiye geçişin ise bir hayli zor olduğu mudur?

Önce şunu belirteyim ki, otoriteryanizmden demokrasiye geçmek imkansız olmasa da, çok güçtür. Örneğin, Sovyetlerin çöküşünden sonra Doğu Avrupa’da geçişlere şahit olduk. Bu geçişlerde başarılı olmayı destekleyen önemli husus, işini iyi yapan bir bürokrasi ve sendikalar gibi, geçişe elverişli kurumsal yapıların var olup olmadığıdır. Yine de bu tür geçişlerin kırılgan olduğunu ve sosyal ve ekonomik sorunların süregelmesi durumunda her zaman eski usullere dönüş olasılığının bulunduğunu unutmamak gerekir. Nitekim bazı Doğu Avrupa ülkelerindeki gerilemeleri gözlüyoruz.

Arap Baharı’nın işlerliği olan demokratik sistemler üretememesinin altında bu ülkelerdeki iktidar sahiplerinin yerini alabilecek kurumsal yapıların bulunmaması yatmaktadır. Tunus’un nisbi başarısında muhtemelen gelişmiş bir sendikalar sistemine sahip olmasının önemli katkısı olmuşsa da, sendikaların son gelişmeler karşısında nasıl bir tepki vereceklerini henüz bilmiyoruz. Ortadoğu’nun diğer kesimlerinde demokrasi inşa etmeyi Müslüman Kardeşler üstlendiler ama demokrasinin nasıl işlediğini yeterince algılayamadıkları görüldü.              

Arap Baharı’nın başlangıcında, Türkiye bölgeye dönük politikasını Müslüman Kardeşler’in kazanacağı üzerine kurdu. On yıl sonra bakıldığında, bunun yanlış bir tercih olduğu görülüyor. Şu anda Türkiye’nin ne gibi opsiyonları bulunuyor?              

Eğer başarılı bir bölgesel politika izlemeyi istiyorsa, Türkiye’nin yeni siyasi gerçeklerle uyum sağlaması gerektiğini anlaması gerekiyor. Aslında değişen siyasi ortama bağlı olarak Türk dış politikasında bazı değişikliklerin başladığı zaten görülüyor. Ancak hükümetin dış politikada kendisine destek veren bir kısım seçmenini düşündüğünde, alenen Müslüman Kardeşlere yandaş bir siyaset izleyerek hata yaptığını itiraf etmekte zorlanabilir. Başarısızlığı itiraf etmek her zaman güçtür. Böyle bir itirafın iç ve dış siyasi maliyetleri yüksekse, bunu yapmak daha da güçleşmektedir.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Şerefli yalnızlık 23 Eylül 2024