Anayasa… Tamam da nasıl?
Bu defa son söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim: İktidarın siyasi aklı, benim anladığım biçimiyle “doğru” işliyorsa, Anayasa tartışmasını 2025 yılının üçüncü çeyreğine kadar açmaması, en azından alevlendirmemesi, beklenir. Elbette bu söylediğim bir varsayımı da içeriyor; amacın sivil, özgürlükçü, demokratik bir anayasa yapmak olduğu varsayımını. Bir tane de ön koşulu var: iktidarın mevcut programın başarılı olacağına gerçekten inanıyor olması ve bu başarının, kendisinin değilse de işaretlerinin, 2025 Ç3’e kadar izlenebiliyor olması. Bu koşul altında söz konusu işaretler geciktikçe beklentim Anayasa tartışmasının da ertelenmesidir.
Fakat muhtemelen yanılacağım…
Neden böyle düşündüğüm sorusunun cevabıysa elbette biraz daha uzun. Müsaadenizle anlatayım.
Türkiye’de anayasa yapımı pratiği, Anayasa’nın hazırlandığı dönemin erk sahiplerinin topu kendi aralarında çevirdikleri; neticede ortaya çıkan metni de toplumu sahip oldukları dünya ve toplum tasarımına göre bir şekillendirme vasıtası olarak telakkî ettikleri bir süreç olagelmiştir. Böylelikle Anayasalarımız, şu veya bu ölçekte, birer toplum mühendisliği aracı olmaya indirgenmiştir. Ancak, böyle bir anayasa tasavvuru ancak mevcudun dışında bir toplumsal düzen kurmaya çalışan devrimci, radikal ve/ veya otoriterliğe yönelen yönetimler için geçerli olabilir. Toplum sözleşmesinin içeriden veya dışarıdan kaynaklanan sebeplerle kırılmış olduğu “kurucu iktidar”ların varlığında bu yaklaşım mâzur ve meşru görülebilir. Cumhuriyetin ilanından hemen önce, Ocak 1923’te, Atatürk’ün İzmit Kasrı’nda söylediği “İnkilâbın kanunu mevcut kâvaninin (kanunların) fevkindedir (üstündedir)”, ifadesi böyle bir zamanın ruhunun ürünüdür. O noktada gerçek mânâda bir kurucu iktidarın söz konusu olduğuna kuşku yoktur. İşgal altında bir vatan, Kurtuluş Savaşı destanıyla özgürleşmiştir. Son derece kısa bir metin olan 1921 Anayasası (23 madde ve BMM görev süresini belirleyen bir ayrık madde), asıl ismiyle Teşkilât- Esasîye Kanunu, Cumhuriyetin ilanıyla 29 Ekim 1923’de kabul edilen 364 sayılı “Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun”a kadar, hatta 1924 Anayasasının kabulüne kadar, Osmanlı Kânûn-i Esâsîsini (1876) kaldırmış değildir. Özünde tâdil etmiştir. Görüldüğü gibi bu yasaların isimlendirilmeleri dahi birbirinden farklıdır. O dönemi ayrıcalıklı kılan bu zorunlu, kaçınılmaz aciliyettir.
Hayatiyetini sürdüren bir toplum sözleşmesinin siyasal, kültürel, ekonomik yaşama hâkim olduğu bir durumda bu yaklaşımı benimsemek en olumsuz haliyle “toplum mühendisliği”ne girişmektir. Böyle bir durumda anayasa yapımı toplum sözleşmesini kuvvetlendirici bir fırsat olmaktan çıkar. Zorlayıcı olur, kapsayıcılıktan uzaklaşır. Bireyin, demokratik kolektifin, yaşamın diğer unsurlarını teşkil eden; devlet, iktidar, özel çıkarlar vs. ile arasındaki doğal, ve toplumsal ilişkilere içlek, çelişki ve gerilimleri arttırıcı bir sürece indirgenir. Esasen anayasanın işlevi bunun tam tersidir, çelişki ve gerilimleri izâle etmektir. Neticede bu durum toplum sözleşmesini kuvvetlendirmektense zayıflatan, bir etki yaratır. Amaçlananın, ya da “sorumlu siyaset” tarafından normal olarak hedeflenmesi gerekenin, aksine yıkıcı olur. Halbuki böyle bir aşamadaki bir toplum “yeni” bir anayasa yapacaksa doğrusu metni en özgürlükçü şekilde formüle etmek, süreci de en katılımcı haliyle yürütmek gerekir. Doğru olan, topluma onu oluşturan parçalardan herhangi birisini temsil eden bir grubun muhayyel kimlik, değer ve önceliklerine dayalı bir zorlama, kısıtlama, kalıplama dayatılmamasıdır. Süreç mümkün olan en kapsayıcı biçimde yürütülmelidir. Neticede en düşük asgari müşterekten daha geniş bir oydaşmaya dayalı, bir anayasa hedeflenmelidir. Bu noktada referans kitlenin, grubun, siyasi hareketin o an itibariyle siyasal azınlığı veya çoğunluğu temsil etmesinin “mâzîden âtîye” akan toplumun hayatında sadece bir “an”ı, o “an”ın siyasi dengelerini temsil ettiği, siyasetçiye acı da gelse, bir gerçek kabul edilmelidir. Bu sebeple sözü geçen tahayyül, değersiz olmamakla birlikte, tartışmasız ve kalıcı bir hakikat de değildir. Devletin ebed müddet olması ancak bu anlayışla mümkündür. Çizdiği çerçeve üzerinden toplumun diyalog içerisinde yeni bir dengeyi, sözleşmeyi kuvvetlenerek var edeceği bir anayasanın bu şekil, süreç ve içerik dahilinde yapılması elzemdir.
Demokratik ve özgürlükçü bir yaklaşıma dayanan bir anayasanın işlevi açıktır ki budur. Zira anayasalar bir ülkenin temel siyasi kurumlarını tarif ederler. Bunların vatandaş karşısındaki yetki ve sorumluluk çerçevesini çizerler. Bu kurumların uymaları gereken üstün hukuk kurallarını içerirler. Böylelikle siyasal kurumların ve devletin vatandaşa karşı sorumluluklarını tanımlarlar. Siz konusu kurumlara meşruiyet kazandıran ve onları bir diğerinin yetki aşımına karşı koruyan da söz konusu tanımlar çerçevesinde çalışmaktır. Bu nedenle anayasa, devletin diğer yasal mevzuatının üzerinde ve ondan farklı bir metindir. Onun dışındaki külliyat vatandaşların bir diğerine veya devlete karşı sorumluluklarını içerirken, anayasa devletin vatandaşlara karşı sınırlarını ve sorumluluklarını içerir, bireyi korur, yönetimi “insanlara değil hukuka tâbi” hale getirir. Çağdaş bir yönetim ve anayasadan beklenti budur.
Günümüzdeki durumda ülkenin kurtuluşu dönemiyle sun’î paralellikler kurularak sıfırdan bir grubun, bir zümrenin an itibariyle sahip olabileceği, demokratik siyasetin doğası gereği çok muhtemelen geçici, basit sandık çoğunluğuna dayanılarak, onların muhayyel kimlik, öncelik ve değerleri üzerinden gidilerek, günümüzde toplumun geniş kesimlerince benimsenecek, daha önemlisi Türkiye’yi geleceğe taşıyacak, bir Anayasa yapılamaz. Meselenin özü budur. Yoksa oy veren seçmenlerin % 95’inin temsil edildiği bir Meclis, bugünkü TBMM elbette Anayasa yapabilir. Buna mezundur. Fakat konu, yetki ve kim konusu değildir; yetkinlik ve nasıl sorusudur. Belirtmeliyim ki “yetkinlik”ten kastım birikim ve yetenek değil. Sözünü ettiğim, yakın dönemin siyasi ikliminden ölçümlenip özümsenebilecek olan “tin”. Bunun karinesini somut biçimde: Cari Anayasaya uyulması konusunda sergilenen keyfi tavırda; Çoğulculuk yerine çoğunlukçuluğu kutsayan siyasi yaklaşımda; “İstişâre”den kapsayıcı bir diyaloğu var etmek ve belirleyici kılmaktan ziyade, kendi gibi düşünenlerle muhabbet etmeyi algılayan anlayışta ve tüm bunları ifade eden söylemde takip edebilirsiniz. “Yetkinlik eksikliği” tâbirini temelde bunlardan kaynaklanan siyaset yapış tarzına, daha doğrusu şartlar dayatmadığı müddetçe, hatta bazen şartlara rağmen, bu yukarıda özetlediklerimden farklı bir üslûbu benimsemekte gösterilen niyet eksikliğine, yetersizliğe karşılık kullanıyorum.
Eğer bugünün koşullarının, zaman zaman serbest nazım ortaya atıldığı gibi, Kurtuluş Savaşı sonrasıyla kıyaslanabilecek bir durum arz ettiği, bunun da “kurucu iktidar” vasfıyla davranmayı meşru kıldığı iddiasında olanlar varsa onlara da sormak lazım: Mehmet Akif ’in, “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!”, o aciliyeti o mecburiyeti yaşatmasın, dileği boşa mı çıktı -ki bence Allah’a şükür orada değiliz? Öyleyse bu duruma yol açan gelişmeler nelerdi, ne zaman yaşandı? Bunlara kim, neden, hangi hataları nedeniyle engel ol(a)madılar, ve/veya müsebbip oldular? Eğer bu gelişmeler önceki dönemlere aitse son çeyrek asırda giderilemez miydi? Cevap olumsuzsa, o halde niçin? Yeni ortaya çıktılarsa neden? Acil durumlar için ezberlenmiş bir liste değil, sebep sonuç ilişkileriyle tekmil bir manzume sözünü ettiğim. Zira, iddia samimiyetle ve ispatla değer kazanır.
İşin hakikati, asıl yetkinlik meselesi de budur, sorumluluk almaktır…