Analitik Marksizm
1990’ların ortasında o sırada LSE’de siyaset felsefecisi olan John Gray 1970’lerde ve 1980’lerde analitik Marksizm akımının önemli temsilcisi olmuş John Roemer’i –ve Marksizm’i- post-liberal denebilecek bir pozisyondan eleştirmişti. Roemer’in “günü geçmiş bir çapraz bulmaca tadındaki” biçimsel modelleriyle hiçbir siyasi ajandaya tekabül etmeyen bir Marksizm yapmaya çalıştığını iddia eden Gray’in eleştirilerinde çok sayıda “sağduyuya dayalı” görüş vardı. Öte yandan kuşaklararası adalet konusunda biçimsel tezlerin daha da çekici olduklarını düşündüğümü ve başka bir yol göremediğimi saklamayacağım. Kuşaklararası adalet zorunlu olarak önemli ölçüde normatif bir boyutta ele alınmak zorunda. Öte yandan Philip Mirowski’ye dayanarak Marksizm’i neo-klasisizmle melezleştirmenin imkânsız olduğu baştan da söylenebilirdi. Örneğin Scott Meikle bu tezi savunuyordu.
1985 yılında Korsch ve Lukács üzerine yazdığım bir notta Marksizm’in hem bir bilim, hem bir ideoloji, hem de bir politik silah olma iddiasında olduğunu ve bu üç katlı savın çözülmesi imkânsız bir gerilim yarattığını savunmuştum. Bilim olma iddiası 19. yüzyıl pozitivizmi ile yakından ilgiliydi. Burada kastedilen bilimin ilk örnek olarak görülen modelinin sosyal teoride de uygulanabilecek metodolojik ölçütler yarattığı ve sosyal teorinin bilimsel olabileceği tezleridir. Metodolojik monizmden bahsediyorum. Bilimselliği istemenin arkasındaki motivasyonun insan aklına inanç çerçevesinde bir Aydınlanmacılık mirası olduğu açıktır. Ancak, bu inancın ciddi bir determinist bilim anlayışı ile iç içe olduğu da söylenebilir. Sosyal gelişmenin de bilimsel yasaları vardı ve bu yasalar eğilim olarak işleseler de olasılığa dayalı, stokastik (random) değillerdi. Stokastik bir sürecin sonsuz boyutta kaos olduğunu hatırlarsak bu terimin aslında kaos kelimesinin uyandırdığı düzensizlik imajından daha kuvvetli bir vurguya sahip olduğunu fark edebiliriz. Kaosun doğması için non-linearitenin (doğrusal olmamanın) ilk gerekli koşul olduğunu da hatırlayabiliriz.
Bu çerçevede bakılınca eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının Marksizm’deki non-lineer eleman olduğunu düşünüyorum. Ancak geri kalan yapının temelinde sanırım linearite (doğrusallık) yatıyordu. Lineer/non-lineer terimlerinin bir önemi var: Doğrusal olmayan bir patika hem başlangıç koşullarına duyarlıdır, hem de non-lineer bir dinamikte parametrelerdeki küçük değişikliklere bağlı olarak savrulma noktaları ortaya çıkabilir. Tarihsel materyalizmde “üretim tarzlarının gelişmesinde üretici güçler/üretim ilişkileri yapılandırmasında küçük bir değişiklik olursa çok ciddi sonuçlar doğar, mesela tarihin akışı değişebilir ve üretim tarzları bile yer değiştirebilir” türünden bir önerme yoksa –ki bence yok- Marksizm’in doğrusal bir gelişme şeması düşündüğünü öne sürebiliriz. Gelişmenin yasaları olduğu fikrinin bir anlamının olabilmesi için bu yasaların uzun dönemde geçerli olan düzenlilikler olması, bu yasaların insan davranışlarındaki oynamalardan bağımsız “objektif” yasalar olmaları ve uzun dönemde söz konusu yasaların işleyişinde –kısa dönemde ortaya çıkabilecek- “tarihsel kazaların” sonuçlarını etkisizleştiren bir yapının olması gerekir. Mesela, “feodalizmden kapitalizm doğar, fakat doğmayabilir de” –çünkü doğması için n tane de kısmi şart gerekir- şeklinde ifade edilen bir “yasadan” ne anlayacağız? Bu tezi “kapitalizm Batı Avrupa feodalitesinin spesifik kurumları çerçevesinde özel tarihi şartların da üst-belirlemesiyle doğmuştur ve bu önemli bir tarihi eğilimdir” şekline sokarsak bir (determinist) yasa olduğunu iddia edebilir miyiz? Örneğin kar haddinin düşme eğilimi yasası kar haddinin devamlı düştüğünü değil, bir eğilim olarak uzun dönemde düştüğünü/düşeceğini iddia eder. Uzun vadede yasanın işlemesini geciktiren “kazaların” etkileri sönmüş olacaktır. Marksizm’e göre bu tip yasaların tohum halinde ortaya çıktıkları ve gerçekleşen yasaların kendi potansiyellerini gerçekleştirerek özlerini açığa vurdukları da söylenebilir. Potansiyellerini gerçekleştiremeyerek tohum halinde boğulan “yasaları” ise zaten gözlemleyemeyiz. Bu durumda böyle alternatif yasallıkların da var olduklarını söylemek ile gerçekleşenin tek olasılık olduğunu söylemek arasında bir fark yoktur. Burada da bir gözlemlenebilirlik denkliği (observational equivalence) vardır. Sadece potansiyelini kinetiğe çevirebilen örüntüler (patterns) ontolojik olarak reeldir de diyebiliriz.
Daha da önemli olan saptama Marx’ın kavramlarının birey-üstü kavramlar olduklarıdır. Tarihi aktörler bireyden yüksek bir toplulaşma seviyesinde devreye girerler. Diğer bir deyişle sınıflar, kurumlar, tarihi aktörler bireylerin tercih ve davranışlarına indirgenerek mikro seviyede açıklanamazlar. Başka türlü olsaydı Marksizm’in “Spinozizm'in bir varyantı” olduğunu yazan Plehanov’da “tarihte bireyin rolü” gibi bir soruya cevap arama ihtiyacı oluşamazdı. Bu doğruysa Marksizm’in yeniden icadı, melezleştirilerek yeniden kurgulanması söz konusu olamaz. Ama eğer böyleyse konuşacak pek bir şey kalmamış demektir.