Amaçsızca yaşamak
Bu yazı, gazetemizdeki 111. makalem. 2 yılı aşkın bir süredir düzenli olarak sizlerle her Çarşamba inovasyon gündemini tartışıyoruz. Seçtiğim konular, ağırlıklı biçimde uzmanlık alanım; inovasyon ekseninde olmakla birlikte zaman zaman sıcak gündeme dair görüşlerimi paylaştım. Ana temalara dönüp baktığımda makro politikalar, özellikle ekonomi politikaları haricinde en çok felsefeye dair kalem oynatmışım. Bu, elbette bilinçli bir seçim. Türkiye’nin düşünen, tutarlı eleştiren, soran ve sorgulayan insanlara ihtiyacı olduğu aşikâr. Felsefe olmasaydı ne eksik kalırdı felsefeyi işlevselleştiren ve ona mühendislik nosyonu yükleyen absürt bir tartışma ama tek cümle ile yanıt vermek gerekirse; felsefe olmasaydı bilim olmazdı ve hiçbir ilerleme kaydedemezdik. Modern zamanlara kadar zaten filozoflarla bilim insanlarının aynı kişiler olduğunu görürüz. Felsefe-bilim ayrımı ve uzmanlaşma oldukça yeni bir olgu. Hume, Kant, Lock gibi isimler empirik bilimin temellerini atmıştır. İnsanlık olarak bugün geldiğimiz noktayı Aydınlanmanın kritik mirasına, eleştirel düşüncenin önünü açmasına bağlıyız.
Orta çağda yüz yıllar boyunca unutulan insan tekrar başat özne olarak merkeze alınmıştır. Çağdaş felsefenin kurucusu kabul edilen Descartes’in meşhur “düşünüyorum öyleyse varım” sözü, iki önemli noktaya vurgu yapar: 1- özne benim, düşünen benim, ben düşünebilirim; 2-ama yanılıyor olabilirim. Cümleyi düşünüyorum değil ‘kuşkulanıyorum öyleyse varım’ şeklinde okumak gerekir, zira her kuşku bir düşüncedir ama her düşünce kuşku değildir. Zihnimizde tarihi bir sıçrama yaratan bu çıkış, eleştirel düşünce ile gelecek bilimsel atılımları, sanayi devrimini ve büyük siyasal değişimleri müjdelemekteydi. Bu temeller üzerine Kant “Saf Aklın Eleştirisi” kitabı ile aklın sınırlarını çizmeye çalıştı. Devamında Hegel yeniden özne olan insana meşhur diyalektik önermesi ile hareket kattı. Tüm Aydınlanma filozoflarına baktığımızda insan aklını önceleyen ve insanı özgürleştirmek isteyen bir felsefe ortaya koyduklarını görürüz. Avrupa neden bu kadar gelişti de biz geri kaldık sorusunun yanıtını tek kelime ile kritik yani eleştirel düşüncede aramak gerekir. Düşündüklerinizi söylemekten korkmaya başlarsanız, bir süre sonra düşünmekten de korkarsınız.
Platon, “felsefe ölmeyi öğrenmektir” der. Ölmeyi öğrenmek zor iş çünkü biz ölümsüzleşmek istiyoruz. Mısır piramitlerinin, bugünkü ucube yüksek binaların veya Singularity akımının arkasında aynı hep motivasyon var. Ölmeyi beceremeyenler felsefe yerine bina yapıyor. Bunun bilinçaltındaki nedeni: eksikliğimiz. Kendimizi binalarla, yatlarla, katlarla, kıyafetlerle, arabalarla tamamlamaya çalışıyoruz. Halbuki biraz felsefe karıştırsak, çok rahatlayacağız. Lüzumsuzlukları hemen fark edeceğiz. Felsefe bizi zihinsel olarak güçlendirir. Güçlü insan hayatına bir anlam ve amaç katmasını bilir. Beynini kiraya vermek yerine kendi aklı ile anlamı inşa eder. Başka kurum ve kişilere konuyu havale etmek yerine kadim tartışma, hayatın amacının ne olduğuna kendisi karar verir.
Amaç ne olmalı konusunda bir konsensüs yok. Farklı felsefe ekollerinin yanıtları farklı. Şahsen bu konuda Varoluşçu felsefenin söylediklerini önemsiyorum. Öncelikle kaderin kendi elimizde olduğu kabulü ile başlayacağız. Sonra dünyaya boş olarak getirdiğimiz o sayfayı dilediğimiz gibi doldurmak bizim elimizde. Felsefe bu noktada kuşkusuz yolumuza bir ışık tutar ama unutmayalım, bu serüvenin kahramanı benim. Özne ben. Hayatın amacı mutluluk mudur, başarı mıdır gibi sorulara Varoluşçu ekolden ve logoterapi kurucusu Victor Frankl hayır şeklinde yanıt veriyor. O kendimizi aşan amaçlarımız olduğu takdirde zaten başarı ve mutluluk gelir diyor. Kendini aşmak, ölmeyi öğrenmektir aynı zamanda. Bu konuya haftaya devam edeceğim ama şahsen yazmak, benim hayatıma anlam katan işlerden. Yazmak, sadece düşüncelerimi aktarmak için değil kendi yolculuğum için de gerekli. Elbette bir yaşam amacım da var. Bilime katkı vermek ve Türkiye İnovasyon Hareketi ile yenilikçi bir ülkeye dönüşmek bunlardan birkaçı. Devam edelim.