Ahlak-Edep- İzan (2)
Geçtiğimiz hafta sizlerle ahlaklı, edepli ve izan sahibi olmak konularındaki düşüncelerimi paylaşmıştım. Kariyerinin büyük bir bölümünü yöneticilik yaparak geçiren biri olarak bir yöneticide bulunması önemli vasıflar arasında sayılan teknik bilgi, çalışkanlık ve bu tür özelliklere eyvallah ama…
Sık sık anektodlar aktardığım kariyerimde ahlak-edep ve izan üçlüsünün birinde eksiği olan kişiler üstünde, altında veya yanında bırakınız bulunmayı çalışmamaya özel itina gösterdim. Dediğim gibi bu tavrımın ciddi bir zararını görmedim hatta çok faydasını gördüm. Özellikle yönetici iseniz bu tür kişilerle şu veya bu şekilde işbirliğinin faturasını bir gün mutlaka ödersiniz, ödetirler.
Tam listeyi hatırlamayabilirsiniz ama yöneticilerin ahlak/edep/izan özelliklerini şöyle sıralamıştım: “Yalan söylemeyeceksiniz, adil olacaksınız, herkese davranışlarınızla örnek olacaksınız, eylemleriniz ve sözleriniz tutarlı olacak, verdiğiniz sözleri tutacaksınız, empati ve şefkat sahibi olacaksınız, saygılı olacaksınız, sorumluluklarınızı yükleneceksiniz, sadakat göstermekten kaçınmayacaksınız, yasalara uyacaksınız, sorumluluktan kaçmayacaksınız, şeffaf olacaksınız, fiziki, biyolojik ve sosyal çevrenize hassasiyet göstereceksiniz. Şunu da ilave etmiştim: “Bu ilkelerden istisna, feragat, kaçamak olmaz. Biraz ahlaklı diye bir şey de yoktur.”
Bu hafta sizlerle bir iki anektod paylaşıp ‘doğru söylemek’ konusunda sohbet edeceğim. Malum köşenin başlığı ‘İşletmecilik Sohbetleri’. Akademik bir köşe değil ki felsefe yapayım. Anektod anlatmadan da sohbet olmaz.
Sizlerle başat kültürlerin sosyalizasyon sürecinde öğretilerini deyişlerle de yaptığından bahisle Türkçede hırsızlık üzerine olan argo dahil düzinelerle kelime bulunduğunu paylaşmıştım. Çoğu hırsızlığı lanetlemek bir yana neredeyse mizahi bir şekilde tanımlıyordu. Yalan kavramı konusunda fazla bir deyiş yok. En fazla kullanılan biri “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” diğeri “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”. İlk deyiş yalan söyleyen birinin yalanı er veya geç yakalanır gibi açıklanırsa da bu olumlu tepkinin zıttı bir bir olumsuz yorumu da vardır. O da gerçekte namaz kılmayan biri namaz kılıyormuş zahabı uyandırmak için lambasını yatsıya kadar söndürmez bu suretle dışardan bakanlar namaz kıldığını sanırlar şeklindedir. Neredeyse yalan söyleyecekseniz önlem alın tavsiyesi gibi bir şey. Öbür deyiş fazla izaha gerek bırakmıyor. Doğru söylemenin işe yaramak bir tarafa zararı olduğu şeklindeki bir tefsirden başka bir yoruma yer bırakmayan bir deyiş. Bir de takiye var elbette. Bilenler bilmeyenlere takiye nedir anlatsınlar.
Ben yalan söyleyemem. Bakın söylemem demiyorum. İstesem de söyleyemem, elimde değil beceremem yüzüm gözüm kızarır rezil olurum. Nedeni ise basit.. Rahmetli annem yalana ‘sıfır tolerans’ politikası izler ve bu konudaki kararlılığını ‘Allah yarattı demeden’ tabir edildiği şekilde, şimdileri “şiddet uygulama” diyorlar, eskiden “Cennetten çıkma” derlerdi, fiziki platforma dökerdi.
Rahmetli babamın tayini Van’ın Erciş ilçesindeki piyade birliğine çıktığında Harb Okulu’ndan sonraki ilk görev yeri olan İzmit’ten Erciş’e taşındık. İlkokula kadar orada büyüdüm. Galiba 6 yaşımda falanken askerlere yalvar yakar at bindim ve tabii düştüm. Olan oldu dizim, kaşım, başım kanadı. Alelacele eve getirdiler. Rahmetli annem önce pansuman yaptı, sonra azarladı ve en sonunda “Bir daha at binmek yok” diyerek yasak koydu. Kısa bir süre sonra ben yine at bindim. Gene düştüm. Gene annemin karşısına kan revan içinde çıkardılar. Pansumandan sonra bana “At mı bindin?” diye sordu. Ben de kafamı iki yana sallayarak inkâr ettim. O da bana “Yalan mı söylüyorsun?” dedi. Ben gene kafamı iki yana sallayarak bunu da reddettim. Vay arkadaş yer misin? yemez misin? bir sopa. Yahu Allah’tan kork 6 yaşında çocuk böyle dövülür mü? Hem dövüyor hem de neden dövdüğünü anlatıyor. Dayak nedeni yalan söylemem yoksa at binmem değilmiş!. Epey sonraları yalanımın yakalanma nedeni öğrendim. At binen adam at binmedim diyecekse önce yıkanacak sonra elbiselerini değiştirecek. Çünkü at binen adam at kokar. “Yalanının kokusu çıktı” lafının benim bu deneyimimden sonra çıktığı kanısındayım ve deyişte hak iddia ediyorum! Onun için ne zaman yalan söylemek durumunda kalsam ağzım dilim birbirine dolaşır.
1980 yıllarında işletmecilik deneyimimi kazanmak için bir holdingin yönetim kuruluna girmiştim. Havam iyi ama tam anlamıyla acemilik dönemim. Patron hariç altı kişiyiz. Her üyeye holding'in bir iş kolunun sorumluluğu verilecek. Kurulda ben hariç hepsi deneyimli yöneticiler. Bir kaç tanesi de bana sinir oluyorlar. Dr. lakaplı deneyimsiz bir yeni yetmenin yanlarında oturması onları rahatsız ediyor.
Holding’in inşaat, döküm sanayii, falan dahil 13 iş kolu var. Bir tanesi de fena halde zarar eden basın iş kolu. Süreli yayınlar, dergiler ve günlük gazeteler basıp yayıyoruz. Basın iş kolunun genel müdürü patronun bir akrabası ve bir gazeteci. Holding bu işe o zamanın parası dünyaları yatırmış ve bu iş kolu her ay ciddi zarar ediyor. Diğer iş kollarından yapılan sübvansiyon masrafa yetmediği gibi bu sübvansiyon onların da mali performanslarını olumsuz etkiliyor. Basın kolumuz her geçen gün hem holding içi hem holding dışı ciddi borçlanıyor. Sizin anlayacağınız, hani derler ya, vaziyet hem vahim hem ümitsiz. Genel müdür “Atılım” istiyor. Atılım dediği reklam ve promosyon kampanyaları. Bu daha çok para demek.
Yönetim kurulunda iş dağıtılırken kimsenin basın iş kolunu üstlenmemesi acemilikten olsa gerek, hiç dikkatimi çekmiyor. Aklıma gelmiyor ki orada oturan deneyimli yöneticilerin bazıları “Bu ümitsiz işi bu yeni yetmeye kakalarsak zarardan kurtulmasak bile ondan kurtuluruz” şeklinde düşünüyorlar. Neyse, uzun lafın kısası, sonunda basın kolunun sorumluluğu üstüme kaldı.
Bir iki ay sonra basın iş kolunun tamamının satışı olasılığı çıktı. Sizin anlayacağınız garip kuşun yuvasını Allah yaptı. Bir başka basın kuruluşu işletmesi Holding’in bu iş kolunu tesisleri ve yayın haklarıyla satın almaya razı oldu. Alıcıyı ben bulmadım. Patron becermiş. Pazarlığı da yapmış. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz diyeceksiniz. Ben bir şey yapmadan sorunum çözülecek gibi görünüyordu.
Patron işin bitirilmesini bana bıraktı gitti. Demesi kolay. Sunulan fiyat makul ama bazı şartlar var. En önemlisi alıcı işletmeleri alıyor ama çalışanları istemiyor. Türkçesi kıdem tazminatı falan ödemek istemediği için ‘çalışanların sıfırlanmasını’ istiyor. Bu şu demek satışı bağlamam için yüzlerce kişiyi işten çıkarmam lazım.
O senelerde basın işçileri sendikalı. Bu iş kolumuzun yüzlerce çalışanını temsil eden sendika gayet güçlü bir sendika ve de aklı başında gençler yönetiyorlar. Holding’in parasızlığı yüzünden çalışanlar toplu sözleşmelerden doğan farkları alamamışlar. Grev hakları doğmuş. Greve giderlerse satış mümkün değil. Hem aralarında camianın tanıdığı önemli basın mensuplarının olduğu yüzlerce kişiyi işten çıkaracağım hem de sendika greve gitmeden bu işi yapacağım. Bu arada işletmenin patron akrabası genel müdürü “Ben bu piyasadan daha ekmek yiyeceğim adımı işçi çıkaran adama çıkaramam” diyerek süreçte yardımcı olmadığı gibi istifa da etmeden yerinde oturmak istiyor. Onu da halletmem lazım.
Sendikayla iki ay süren çok zor bir süreçte üç kere toplantı yaptım. Çalışanların kıdem tazminatlarını şimdi rahmetli olan ortaokul birinci sınıftan arkadaşım olan bir avukata hesaplattım. Normal şartlar altında paylaşılmayacak denilen bilgileri sendikayla paylaştım. Hikâye uzun. İlerisini başka bir zaman anlatırım. Sürecin grev veya işten çıkarmaların kabul edilmesi oylamasının yapılacağı son toplantısında tüm çalışanlar ve sendika yöneticileri oradaydı. İşletmenin İstanbul merkezindeki yemekhanede sendika başkanı ile masanın üstüne çıkarak özetle “Ben size şimdiye kadar hiç yalan bir şey söylemedim. Bu satışı gerçekleştiremezsek işletme konkordato ilan eder. Bu durumda kıdem tazminatları dahil alacaklarınızı almak için sıraya girersiniz. Para kalırsa alırsınız” dedim. Çalışanlardan haklı olarak büyük itirazlar ve grev kararı bekliyorum. Grev kararı alırlarsa yandık. Yanımda masanın üstünde duran sendika başkanı benden sonra söz aldı ve “Şimdiye kadar bir yalanını duymadık. Şimdi de yalan söylemiyor. Evet, greve gidelim derseniz gideriz ama Osman Bey’in dedikleri doğru” dedi. Çalışanlar beklentilerimin aksine satış planını onayladılar. Gerekçesi ise basit: Onlara hep ‘doğru söylemiştim’ Gerçekten de bu sürecin hiçbir safhasında onlara yalan söylememiştim ve bunu hem anlamışlar hem de takdir etmişlerdi. Hepsinin yolu açık olsun.‘
Bu adam yalan söylemez’ etiketi kariyerimde aldığım iltifatlardan önemli bir tanesiydi. Annem memnun olmuştur. Siz aksini ima eden veya söyleyenlere bakmayın ve doğruyu söyleyin. Eninde sonunda karlı çıkarsınız.
Sağlıcakla kalın