Ağustos’ta Antalya’da

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK

Salı ve Çarşamba günleri "2. Uluslararası Food Fest Antalya" tanıtım toplantısı için Antalya’daydım. Yaz aylarında Beydağları’nın görünmediği bir Antalya ile ilk kez karşılaştım. Kente uçaktan baktığınızda deniz bile kaybolup gitmişti. Çünkü, nem vardı. Ve nem bulutu, hava trafiğini aksatacak kadar yoğundu. Uçaklar inip kalkamıyordu. Şehir, sanki bir sisin içindeydi. Doğanın şahane renkleri, kirli sarı bir pusun arkasına gizlenmiş gibiydi. Ağustosun bu kirini uçuracak bir esinti hiçbir yerden gelmiyordu… Edip Cansever’in “Kirli ağustos! Gözkapaklarımı da yaktım sonunda” dizeleri eşliğinde otel odamda klimanın gayet güzel serinliğine sığınıp bu yazıyı yazmaya çalışıyorum.

Ama biliyorum ki sıcak, kapının hemen dışında. Yalnız Antalya’da değil, İstanbul’da da öyle, başka başka şehirlerimizde de. Evet, uzun, sıcak ve çok nemli bir yaz yaşıyoruz... Güneş kavuruyor, nem buharlaştırıyor... “Çok sıcak, çok sıcak sabahlara kadar uyuyamadım, yapış yapış kalktım” sözcükleri biteviye yankılanıyor kulaklarımızda…

Bense korkuyorum, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Ağustos Şiiri’ndeki dizeleri bu ay söyleyemeyecek “Rüzgâr gibi ağustos geçti ellerimizden” diyemeyeceğiz! Ağustos hiç bitmeyecek, rüzgâr zaten esmiyor!

Bembeyaz bu otel odasında çocukluğumun yazlarıyla teselli bulmaktan başka çare yok galiba; klimanın olmadığı, pencereler sonuna kadar açıldığından sivrisineklerle büyük bir mücadelenin yaşandığı zamanlardan söz edeceğim:

O senelerin tatil günleri bizim için Yalova’ya, Bursa’ya, Erdek’e, İzmir’e seyahatler demekti… Yalova Gökçedere’de, Büyük Otel ve Termal; Bursa’da Gönlüferah, serinlik arayıp Uludağ’a çıkarsak Otel Fahri, güneşin durumuna göre sabahları Çekirge’den öğleden sonraları Yeşil’den ovaya bakış... O “çaaaaaaaayyyyy” diye en az birkaç dakika bağırarak arada seslenenlerin veya işaret edenlerin siparişlerini toplayan garson; Erdek’te Ener Otel, bazen Böcek Camping; İzmir’de sıcaktan kapısını açık bırakıp uyuduğumuz otel odaları, fuar gazinoları… Çoğunlukla annem, babam ve ben… Bazen de anneannem ve dedem…

Ortancalar, kaplıcalar, ağustos böcekleri, Erdek’te Apostol Tepesi’ne tırmanmalar, ayın doğuşunu/batışını, günün ağarmasını, güneşin batışını bekleyip seyretmeler, uzun yürüyüşler, çiçek kokuları, bir iskeleden saatlerce olta sarkıtmak birkaç kaya balığını kovada besleme hayali. Lapina gelirse renklerini hayranlıkla seyretmek, yengeç yakalamak, kayık salıncaklarda sallanmak, tahteravallilere binmek, fuarda Ajda Pekkan’ı, Zeki Müren’i dinlemek…
Büyük Otel’in müdürü Hamza Bey’in çocukları, Ener Otel’in sahiplerinden Burhan Bey’in kızı Emel değişmeyen yaz arkadaşları… Hemen az ötedeki Alevok Otel’in önünden geçerken “yazar Mebrure Alevok’un bu otel, bizde kitabı da var” diye böbürlenmek...

Ve uçanbalonlar… İllâ ki tutturmak “ballôôn, ballôôn” diye… Kaçırmamam için bileğime bağlanan o balonla göğsümü gere gere yürüyüşlerim… Evde ipine kibrit kutularından oluşan bir sepet bağlayıp balonu Jules Verne’nin romanındaki gibi uçurmam... Ertesi sabah gazı kaçınca buruşmuş, boyaları çatlamış bir topa dönüşen şekle hüzünle bakmak, bir yenisinin hayalini kurmak…

Evimizin bahçesinde yenilen sabah kahvaltıları, akşam yemekleri… Her sabah radyoda dinlenen “Arkası Yarın,” dört gözle beklenen Perşembe akşamki “Radyo Tiyatrosu.”

Şehrin hemen kıyıcığında, hattâ ortasında bulunan kırlara gidip piknik yapmak, yemeklik otlar toplamak, soğuk suların içine bıraktığımız – artık bulunmayan - yemyeşil karpuzları çatlatmak, şezlong kiralayıp keyif yapmak, bir de uzun yıllardır pek rastlamadığım gerçek taramaları kızartılmış ekmek dilimlerine sürmek…

Yüzme öğrenmem için – eşek şakası - Erdek’te iskeleden suya atmaları ve boğulmadan yukarıda kalmayı başarmak…

Büyük Otel’in önündeki yamaçtan (50 metre kadar) yuvarlanıp aşağıdaki inşaatın temel betonuna kafamı çarpmam, açılan iki deliğin hâlâ duran izleri…


Dut ağacının yere serilen çarşaflara silkilmesi, şeftalilerin, kirazların dallarından yenilmesi…

Gül yapraklarından yaptığı o leziz şurubu – yıllar sonra sevgili Melisa Gürpınar’ın evinde yeniden içmiştim, sevgili dostumu hep özleyeceğim – terlemiş küpten maşrapayla aldığı serin suyla karıştırıp sevgisini de katarak veren nedense “totoş” diye seslendiğim anneannem... Bana hep tonton derdi, onun çocukçası olabilir miydi?

Sıcağın getirdiği rehaveti klima desteği ile aşınca daha önceleri bu köşede de parça parça anlatmaya çalıştığım neler neler geliyor aklıma!

Antalya’da deniz kıyısındayım, ama son yıllarda Ağustos aylarında tercihim dağlar tepeler oldu, belki bir nehrin kıyısında, belki ağaç altlarında geçirdim… Özellikle de plajlarda oturmak istemiyorum bu sıcak aylarında. Deniz, kışken, hırçınken daha güzel diye düşünüyorum. Attilâ İlhan’ın Ağustos Çıkmazı şiirinden dizeler hiç aklımdan çıkmıyor:

“Bir deniz kıyısında otur / Gemiler sensiz gitsin bırak / Herkes gibi yaşasana sen / İşine gücüne baksana.”

Ah, Ağustos ayı buna bir izin verse!

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Hamburg izlenimleri 22 Kasım 2024
Benim Yalvaç’ım(*) 01 Kasım 2024