20. yüzyılın önemli bir olgusu hakkında
Yıllar önce genç yaşta bir kaza sonucu ölen Gregory Luebbert ‘in on bir dilde kaynak tarayarak yazdığı doktora tezinde Avrupa’da faşizmin yükselişini açıklayan önemli bir analiz var. Bu analiz seçmen davranışı/parti içi denge oluşumu kavramlarını beraber modelleyen John Roemer ve arkadaşları tarafından –PUNE (Party Unanimity Nash Equilibrium)- Almanya ve İsveç verileriyle bilgisayarda modellenerek test edildi. Tezin ampirik bir karşılığının olduğu görülüyor. Tez şu: Dört aktör vardı. Kentli işçiler, burjuvalar (orta-küçük dâhil), toprak sahibi köylüler, topraksız köylü/ırgatlar. Sınıf mücadelesi kent ve kırda ayrı ayrı sürüyordu. Luebbert, dönemin Avrupa’sında kentteki sınıf mücadelesinin açık ve bilinçli olduğunu, kırdaki durumunsa ülkeden ülkeye değiştiğini saptıyor. Tarım sorununun daha önce hallolduğu İsveç’te kırlarda derin bir sınıfsal çelişki yaşanmıyordu. Oysa İtalya, İspanya ve hatta Almanya’da durum tam tersiydi. Bu durumda kent kökenli ideolojilerin ve partilerin kırdaki konumlanışı kritik önem kazandı.
Luebbert’e göre kentli işçi partileri (sosyalist veya sosyal-demokrat, komünist) kırdaki sınıf mücadelesinin önemsiz olduğu durumlarda toprak sahibi köylülere ittifak önerebildiler. Radikaller, liberaller, sosyalistler, hatta 1935 sonrası komünistler “faşizme gerek olmadığını” ortaya koyabildiler. Sol, tarımda çelişkilerin keskin olduğu ülkelerde kırda topraksız köylüden yana oldu ve mecburen mülk sahibi köylüleri –küçük tarlaları olanlar dâhil- kentli mülk sahiplerinin yanına itti. Faşizmlerin kitle tabanı/oy/onay olarak ağır basmasının nedeni bu ittifaklardı. Almanya örneğinde, din-ideoloji vb. bir yana, saf dar sınıf bilinciyle bile insanlar “bir atım var demek ki ben mülk sahibiyim” veya “kardeşimle bakkal işletiyoruz demek ki ben mülk sahibi sınıftanım” dedikleri anda çoğunluk az farkla da olsa sayısal olarak mülk sahibi sınıflarda oluyordu. Bu analiz klasik merkez sağın neden yetmediğini ve neden “yeni misyonun”, “muhafazakâr devrimin” kazandığını sınıf ittifakları çerçevesinde açıklamayı deneyen bir tez öneriyor. Misyonun neden kazandığını, toplumsal onayı nasıl elde ettiğini anlamaya çalışıyor. Ancak yeni akımın neden aynen bu şekilde tezahür ettiğini açıklamıyor. Örneğin neden geniş “muhafazakâr devrim” dalgasının içinde Hitler gibi başlangıçta önemsiz görülen bir Avusturyalı onbaşının öne çıktığını açıklamıyor. Bunun için, başlangıçtaki tezler dâhil başka temalara dönmeliyiz. Luebbert’in çalışması Protestan/Katolik ayrımı üzerinde durmadığı için önemli bir boyutu es geçmiştir; bu da ayrı.
Neden kazandılar? Sadece devlet ve burjuvazi katında değil, “halk” nezdinde de iktidara nasıl geldiler? “Sınıf politikasının” ideal döneminde, bütün aktörlerin dar anlamda –ekonomist bilinç- “sınıf bilincine sahip” oldukları bir dönemde nasıl oy ve destek alabildiler? Etkili konuştukları için mi? Mesela bilindiği gibi meşhur “faşizmin kitle ruhu” – “küçük adam” tezi- var. Gramsci’nin mealen “Mussolini İtalyan küçük burjuvasının yoğunlaşmış ifadesidir” tezi de var –merkezdeki seçmen teoremi. Kazandılar çünkü “karizmatiktiler”, çünkü “sıradan insan” onlarda kendisinden bir parça görüyordu. Bu tip tezler kısmen doğrudur. Ama doğru oldukları ölçüde açıkladıkları nedir? Öncelikle “neden tam da Mussolini lider oldu veya neden Hitler de Goering değil?” sorularına kısmen cevap verebilirler. Yoksa neden kazandılar sorusuna tamamen ekonomik sebeplere dayalı cevaplar da verilebilir. Ancak bu cevaplar kazanan siyasal akımın neden o akım olduğunu da, neden geniş bir yelpazede özellikle Nazi partisinin öne çıktığını da veya neden Hitler’in lider olarak benimsendiğini de açıklamaya yetmez. Bu tip hareketlerde liderle parti bir süre sonra özdeşleşir denebilir: Doğrudur. Bu durumda da yine kısmi ama daha da zayıf biçimde, neden o özgül akım/lider bileşimi öne çıktı da onlara çok benzeyen, aynı misyonu stil farkıyla yerine getirebilecek bir “komşu akım” geride kaldı sorusunu yanıtlamak gerekir. Neden bu “misyon” kazandı ve –Hitler örneğinde- neden “seçimlerde de kazandı” sorularına yanıt vermek çok daha zor.
Mussolini küçük bir partinin başıyken alternatifinin olmadığı düşünülerek Roma yürüyüşüyle –yürüyüşün başarısızlığına rağmen- başbakan yapıldı. 1921 seçimlerinde Blocchi Nazionali şemsiyesi altında 4 sağcı parti toplam yüzde 19,5 oy ile 105 milletvekilliği kazandı. Mussolini’nin partisinin 35 milletvekili vardı ve mecliste 535 sandalye bulunuyordu. Mussolini’nin partisi meclisteki sandalyelerin sadece yüzde 6,5’ine sahipti. Bu kadar küçük bir partinin lideri olan Mussolini 22-29 Ekim 1922’de 30.000’den az katılımcıyla Roma’ya başarısız bir yürüyüş düzenledi –Marcia su Roma. Arkasından iktidar kendisine verildi. Bu bir devlet kararıdır. Mussolini tartışmalı 1924 seçimlerinde oyların yüzde 65’ini aldıysa da bu gerçek bir seçim başarısı sayılmayabilir. Olsa olsa gecikmiş bir onaydır.
Ancak Hitler çok farklıydı: 1930-1933 arası arka arkaya dört seçimde oylarını artırarak iktidara geldi. Naziler 1933’de yüzde 44 alırken, sosyalistler ve komünistlerin toplam oyları yüzde 30’da kalmıştı. Üstelik Hitler 12 yıl, Mussolini 17 yıl boyunca yaygın bir onaya dayanarak yönettiler. “Marjinaller” dışında itiraz yoktu. Seçimle geldi ve seçimi bir kez kazandı. Bir daha da seçim yaptırmadı. Ama iktidara 1918’den beri 15 yıldır etkili olan bir “sağ” cereyanın, yeni bir iklimin, yeni bir muhafazakârlık dalgasının üzerinde gelmişti. Bu dalganın adı “muhafazakâr devrimdi”. Bir başka yakın adlandırmayla „Jungkonservatismus”: “Genç muhafazakârlık”. Bu dalga başkadır, çok derin ve geniştir ve çok sayıda örgütle temsil edilmiştir. İktidardaki Nazizm bambaşkadır. Aralarındaki ilişki “totaliter dillerle” kurulan ideolojik bir ilişkidir. „Der totale Staat” (Carl Schmitt) ancak Hitler’in „der völkische Staat” kurgusuyla birleşince totaliter ırkçı devlet ortaya çıkıyor. Bu devletin 1935’te geldiği noktayı 1918 ile veya hatta 1928 ile karıştırmamak gerekiyor. Ancak elbette tehlikeli bir köktenciliğe götüren „Urelemente” arayışı, kökeni tekrar bulmak, orijinde olanı restore etmek “muhafazakâr devrim” yelpazesi içinde Nazizm’e götürecek bir damarın baştan beri var olduğunu gösteriyor. Bu noktada Ernst Fraenkel’in “ikili devleti” –1933-1938 arası için- önemli; ancak daha doğrudan ve Nazi devlet mekanizmasının bizzat kendisi hakkında ne düşündüğünü, kendi işleyişini hukuken nasıl kavramsallaştırdığını gösterebilecek metinler de var. Başka bir yazının konusu olabilir.