Yaptığım her şeyde daima ‘biz’lik öne çıkıyor

Bu hafta yazı masasını bizlere açan isim, sosyal bilimler alanında Türkçe, Fransızca ve İngilizce kaleme aldığı çeşitli kitap ve makalelerin yanı sıra Anadolu’nun kültürel hazinelerinin unutulup gitmemesi için çalışmalar yapan Prof. Dr. Artun Ünsal oldu…

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Yaptığım her şeyde daima ‘biz’lik öne çıkıyor

FARUK ŞÜYÜN

Prof. Dr. Artun Ünsal, sosyal bilimler alanında Türkçe, Fransızca ve İngilizce kaleme aldığı çeşitli kitap ve makalelerinin yanı sıra; özellikle, Anadolu’nun kültürel hazinelerinin unutulup gitmemesi yönünde uğraş vermiş, kitaplar hazırlamış bir isim. ‘Süt Uyuyunca-Türkiye Peynirleri’, ‘Ölmez Ağacın Peşinde-Türkiye’de Zeytin ve Zeytinyağı’, ‘Nimet Geldi Ekine- Türkiye Ekmeklerinin Öyküsü’, ‘Silivri’m Kaymak!-Türkiye’nin Yoğurtları’, ‘Susamlı Halkanın Tılsımı-İstanbul’da Kara Fırından Simit Saraylarına Simit, Peynir ve Çayın Öyküsü’ ve ‘Boğaz’ın Beş Efendisi-Lüfer, Palamut, Levrek, Tekir ve İstavrite Dair’ bunlar arasında yer alıyor.

Ünsal ile Kuleli’de denize hâkim bir noktadaki evinde buluşuyoruz. Daha kapıdan girer girmez karşılaştığım büyüleyici manzaradan etkileniyor, hemen ilk sorumu yöneltiyorum: Onca kitabınızın temelinde bu manzaranın payı var mı?

“Çalışırken manzarayı falan görmem. Yoğunlaşmak, odaklanmak esastır. Manzara ilgimi dağıtır. Çalışırken kimi müzik dinler meselâ, ben dinleyemem sessizlik ve geç saatler olmalıdır.”

Nerede çalışıyorsunuz?

“Salondaki yemek masasında.”

Ya bu güzel büro masası?

“Onu kullanmıyorum. Kuledibi hatırası, 150 yaşında falan vardır. Psalty marka. Bugüne kadar dayanmış, çünkü meşeden.”

Salondaki her yer obje dolu ama masanın üzerinde yok? (Fotoğraf çekimi için biz yerleştireceğiz.)

“Aslında benim için çalışma mekânı yalnızca masa değil, onu çevreleyen her şey. Masa, çalışırken kaynak kitapları yayabilmem için kullanışlı bir alandır. Zaman zaman da meyve tabağı olur. Çünkü kahvaltı yapmam, bir elma bir kahve ile güne başlarım. Bir buçuk saat sonra bir yumurta yerim, hovarda günümse iki tane.”

Salonun en güzel noktasında bir vazo içinde solmuş şakayıklar duruyor:

“Kısa bir saltanatları vardır. 15 gün kalır, sonra kururlar. O senenin şakayığını koparıp koklarsam, o yıl sıkıntısız yaşayacağım derim. Onun için mayıs ayı gelince muhakkak bir şakayık üçlüsünü, dörtlüsünü vazoya koyarım.”

Şakayıkların yanındaki iki kuş?

“Hindistan’dan… Kemikten yapılmışlardır, onları da çok severim.”

İşlemeli bir tahta kutu görüyorum?

“Bir serender (Karadeniz’de dört direk üzerine oturtulmuş bir tür oda ambarlara verilen isim F. Ş.). Ona benzetilmiş. Eskiden içine sigaraların koyulduğu, ağaçtan yapılma Sinop işi… Çok severim, çünkü annemden kalmıştır.”

Çerçevelenmiş yazı?

“Cüneyt Abi’mden (Koryürek) bir hatıra. İngilizcesi çok iyiydi; İngilizce yazdığı bir deyişi çerçevelettim. “Umudu kesme” diyor. ‘Hiçbir şey sona ermemiştir, ermez hâlâ ermez.’ Güzel bir söz; umutlu ol, etrafına yararlı ol o seni ürettirir şeklinde de tercüme edebiliriz kabaca.”

Abidin Dino’nun hediyesi bir resim, Paris’te öğrenciliği zamanında Afrikalılardan aldığı masklar duvarlarda resimlerin dışındaki objelerden sadece birkaçı. Kuşlar ve kaplumbağa, Baudelaire’in dizelerinin yer aldığı bir tabak, raflarda binlerce kitap… Metal bardaklar, kaplar… Anneden kalma minik bir Budha heykeli… Hepsini konuşsak sayfalar tutacak…

Yalnız satın aldığı değil, bulduğu çok güzel objeler de var; meselâ dağlardan getirdiği içinde fosilleşmiş otların bulunduğu taşlar, deniz kıyısından bir heykel denli güzel başka bir taş… “Koleksiyoncu değilim, zaten biriktirmeyi de bıraktım. Sonu yok, çoğunu tasfiye ediyorum” diyor.

Yazı masasının yanında içi kitap dolu açık bir bavul var:

“Çalışabilmem için gittiğim her yere kargoyla gönderirim. Kendimi yazar, edebiyatçı, düşünür gibi görmüyorum. Bilim insanı kimliğimle boş oturmayı sevmeyen biriyim velhasıl. ‘Meraki’ olduğum için de ister istemez kitaplar ortaya çıkıyor.

Her biri bitmeden başkasına soyunmadım. Ben kendimi aynı konuya hapsetmem: Anadolu’da Kan Davası’ndan peynire, ekmekten ‘Tribün Cemaatinin Öfkesi/ Ticarileşen Türkiye Futbolunda Şiddet’ gibi çalışmalara atlayabilirim.

Ekmek, peynir, zeytinyağı, yoğurt gibi kitaplarım İngilizceye çevrildi. Onları güncelleştirmem gerekiyordu, çünkü 1996’larda 2000’lerde yazmışım. Meselâ Göbeklitepe veya 20 milyon yıl öncesinden yabani zeytin sporları henüz bilinmiyordu o günlerde. Bunlar ve benzeri gelişmeler son 20-30 yılda yaşandı.”

“Yaptıklarımın kendimce etrafıma yararlı olmasını düşlerim” diyor Artun Bey ve devam ediyor:

“Meselâ son kitabım ‘Aşk Olsun O Kayıklara / İstanbul’da Kürek Devrine Dair’ tarihe saygı, İstanbul’a saygı… Boğaz tamamen motora esir olmuş durumda. 180 yıl öncesine kadar kol gücüyle gidiyorduk. Bu kadar kuş hafızalı olmamak lâzım. Meselâ hanendeli sazendeli Boğaz mehtap alemleri, Boğaz köyleri gençlerinin katılacağı kürek yarışları düzenlenip yaz aylarında bir festivale dönüşebilir. Tarihi ahşap teknelerin replikaları yapılabilir. Zaman zaman tarihi yaşatmak bu günlük kaosta bünyeye iyi gelir…”

Son çalışmalar?

“Şiir ve Politika, Haydar Ergülen’le birlikte hazırlıyoruz… Çok iddialı değil, basite indirgenmiş ama basit olmayan, bol kaynaklı ciddi bir çalışma…

19 yaşından beri her Türk genci gibi ben de gizli gizli şiir yazarım. O şiirleri bir kenara koyuyorum. Bu kitaptan sonra ‘bu ham metinleri acaba şiir haline sokabilir miyim?’ diye çalışmayı düşünüyorum.”

Sohbetimizi bitirirken “Yöreselliğin ve yerelliğin savunucusuyum ben. Bugün küreselleşen dünya tek tipleşiyor. Onun için yaptığım her şeyde daima ‘biz’lik öne çıkıyor” diye anlatıyor ve terasta saksıda yetişen artık bulamadığım kokulu karanfillerden birini koparıp veriyor. Her şey için teşekkürler Artun Bey.

 

HAFTA