Tüy gibi hafif, kurşun gibi ağır bir adam: Mario Levi
O kibar, şakacı, muzip bir arkadaştı; onunla insan zamanı unuturdu, tüy gibiydi. Ama beri yandan doğrudan taviz vermeyen, haksızlıklara katlanamayan, yazıya ve yazara ve okura saygılı bir yazı emekçisiydi ve bu yanıyla da kurşun gibi ağırdı…
Solmaz Kamuran
Onu kaybettiğin için üzülme, onu tanıdığın için sevin… Ölümün keskin bıçağıyla bu dünyadan ebediyen kopan ve o sonsuz meçhule kanat açan her sevilenin ardından belki de sımsıkı sarılmamız gereken en sade ama aynı zamanda da en güçlü teselli bu değil mi? Yaşamak sadece nefes almaktan ibaret değil; hayat, hatırladıkça, hatırlandıkça sürüp gidiyor. En değerli, en paha biçilmez hazinemiz hafızamız ve oradaki anı bahçelerimiz. Bu bahçelerin bizlere özel küçük, kuytu, minik yabani çiçeklerin açtığı köşeleri de var, herkesin birlikte tadına varabildiği devasa ağaçların gölgelendirdiği çayırları da… Mario, bir eş, bir baba, bir arkadaş olarak anı bahçelerinin o müstesna köşelerinde ve aynı zamanda da bize bizleri samimiyetle, dürüstçe anlatan bir yazar olarak sonsuz yeşilliklerinde devasa bir çınar misali var olmaya devam edecek.
Hayat bir rastlantılar silsilesi, bazen birbirimizi çok küçükken tanırız bazen de ileri yaşlarda karşılaşırız ve kimi zaman da o geç başlayan birliktelikler yıllanmış olanlardan çok daha derin titreşimler yaratıp, çok daha boyutlu dostluklara dönüşür. Mario ile geç tanıştık, ikimiz de olgunluk çağına yeni adım atmıştık. Sorbonne Üniversitesi’nin davetlileri olarak uluslararası bir edebiyat toplantısı için Paris’teydik. Uçakta yan yana otururken “Bir Yalnız Adam, Jacques Brel”le başlayan sohbetimiz otelimize giderken iyice koyulaşmıştı. Valizlerimizi bırakır bırakmaz iflah olmaz bir Paris sevdalısı olan Çetin Altan’a kendimizi teslim ettik ve o da bizi alışılmadık bir tura çıkarttı. İlk durağımız Jardin des Plantes oldu, her ikimizin de en fazla ilgisini çeken şey dev bir sekoya ağacı kesitiydi. Bu kesitteki iç içe halkaların kenarlarında o tarihlerde olan önemli olaylar yazılıydı. Mario, “Aslında ne kadar küçüğüz, değil mi?” dedi, “küçüğüz ve buna rağmen kendimizi bu dünyanın sahibi zannediyoruz.” Evet, gerçekten de çok küçüktük ve çok da kibirliydik ama önemli olan galiba bunu fark edebilmekti. Yüzlerce bitkinin arasında dolaştıktan sonra Paris’in sokaklarını arşınlamaya, Seine Nehri’nin köprülerini bir o tarafa bir bu tarafa geçerek arşınlamaya devam ettik ve arada bolca kahve ve şarap molası verdik. Rodin Müzesi’ndan çıktıktan sonra bize özel mihmandarımız bizi Montparnasse’da küçücük bir avluya götürdü ve yine küçücük bir dükkânın önünde durduk. İçerde bir adam önündeki daktiloyu tıkırdatıp duruyordu. Çetin, “Bu adam bizim meslektaşımız,” dedi, “aşk mektuplarından resmi dilekçelere kadar herkes için her şeyi yazar.” Mario’nun yüzü o çocuksu gülümsemesiyle aydınlandı, “Evet, biz de arzuhalciyiz bir anlamda Çetin Ağabey, değil mi?” Üç arzuhalci şehri tavaf ettikten sonra yemek için Le Procope’a girdik; Rousseau. Diderot ve Verlaine’le de hısım sayılabilirdik. Yine Çetin Altan’ın tavsiyesiyle şarap sosunda pişmiş horoz yenildi. Horozu çok sevmedim ama iki entelektüel frankofonun tatlı sohbetinin tadına doğrusu doyamadım. Üç günlük Paris gezimizin en doyumsuz anları üçümüzün birlikte dolaşmasıydı, çocuklar gibi güldük, eğlendik, şiirler okundu ve eski, yeni bolca edebiyat dedikodusu yapıldı.
İstanbul’a döndükten sonra çok sık olmasa da görüşmeye devam ettik hatta buluşmalarımızı İstanbul dışına kaydırdığımız da oldu. Bir defasında Köyceğiz’de düzenlenen bir edebiyat şenliğine de katıldı Mario ve tabii orada da mütevazılığı, candanlığı ve güler yüzüyle kendini kasabanın okurlarına sevdirdi. Yıllar ne kadar da hızla akıp gidiyor. Sanki her şey dün gibi…
Bu yazıyı yazmaya başladığımda bir türlü ilerleyemiyordum, tutulup kalmıştım adeta; oysa şimdi yazdıkça yazasım var. Bunun nedeni anıların bir türlü kaybolmayan sıcaklığı.
Mario karşısındakini kırmamak için özen gösteren, kibar, şakacı, muzip bir arkadaştı, onunla insan zamanı unuturdu, tüy gibiydi. Ama beri yandan doğrudan taviz vermeyen, haksızlıklara katlanamayan, yazıya ve yazara ve okura saygılı bir yazı emekçisiydi ve bu yanıyla da kurşun gibi ağırdı. Hep hatırlanacak… Hep yaşayacak…
‘Birçok hayatı sığdırdım’ dediği yazı masası boş kaldı…
Mario Levi… Dostlarının tabiriyle ‘bir İstanbul aşığı’… 1957 yılında doğup sevdalandığı o masal şehir olan İstanbul’da yumdu gözlerini hayata, 31 Ocak 2024’te… Yaşamının 66 yılına sığdırdığı ve Türk edebiyatının klasiklerine adını yazdırdığı kitapları ile yaşayacak artık. Ve tabii, ondan ‘nazik, düşünceli, entelektüel, tam bir İstanbul beyefendisi’ diye söz eden dostlarının anılarıyla…
Levi, Türk edebiyatına, 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Fransız ve Roman Filolojisi bölümünü bitirmek için hazırladığı tezini romanlaştırdığı ‘Jacques Brel: Bir Yalnız Adam’ ile adım attı… 1986 yılında yayımlanan bu ilk kitabından sonra, günde en az 10 saat geçirdiği yaratıcılık vahası olan yazı masasında Türk klasiklerine adını yazdıran ‘İstanbul Bir Masaldı’ da dahil pek çok esere imza attı.
Sadece kitap yazmakla da kalmadı, Fransızca öğretmenliği, gazetecilik, radyo programcılığı, reklam yazarlığı gibi pek çok alanda imzası bulunan usta kalem, yazı atölyelerinde, bu yola gönül vermiş insanlara verdiği derslerle de edebiyat dünyamıza yeni yetenekler kazandırdı.
Haldun Taner ve Yunus Nadi Ödülü kazandı
Otobiyografik özellikler taşıyan ve yazarın hem aşkları, hem çocukluğu ve ilk gençlik yıllarıyla hesaplaştığı ‘Bir Şehre Gidememek’ ile Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Levi, yirmili yıllar ile seksenli yıllar arasında İstanbul’da yaşamış bir Yahudi ailesinin hikayesini anlattığı ‘İstanbul Bir Masaldı’ kitabı ile de 2000’de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı.
“Bu küçük masaya ve bu küçük odaya bugüne kadar birçok hayatı, birçok kederi, birçok kırgınlığı ve birçok umudu sığdırdım” dediği masasında yeni hikayeler anlatamayacak belki… Ya da “En çok dolmakalemle yazmayı seviyorum. Ancak, bazı kalemlerle daha bir gönül bağı kurduğumu da söyleyebilirim. Daha önce bazı romanlarda o kalemleri kullandığım için onlarla yazmak, bana cesaret veriyor” dediği kalemleriyle yeniden masallar anlatamayacak… Ama yazdığı 16 kitabı ve güçlü kalemiyle yarattığı hikayeleri ile sonsuza dek yaşayacak Mario Levi…