Romanımın meselesi insan olmanın trajedisi…
Oya Baydar, duyarlı kalemi, derin ve duygu dolu biçemiyle insana ilişkin ne varsa anlatmaya devam ediyor. Politik mücadelesini, ülke gerçeklerinden bir sayfa bile kopmadan kurguladığı romanlarıyla sürdüren yazar, son romanı ‘Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı’ ile bu mücadeleye yeni bir halka ekliyor.
DENİZ BURAK BAYRAK
Oya Baydar, Can Yayınları’nın yayımladığı son romanı ‘Ha tırlamanın ve Unutuşun Kitabı’nda, bir kadın ve erkeğin bir hastane odasındaki sayıklamalarla dolu yüzleşmesini an latıyor. Biz de usta yazar ile yeni kitabını, belleğin karanlı ğını ve aydınlığı, alıştıklarımız ve kanıksadıklarımızı, in sanı tüm yaşadıklarıyla yazabilmeyi konuştuk; ne kadar konuşsak da ek sik anlatmış olmayı göze alarak…
İnsanlığın ya da ülkemizin yaşadığı hangi trajediye ilişkin bir çığlık koptu içinizde de bu roman çıktı ortaya?
Hangi birini söylesem! Çevremizdeki savaşlar, dünyayı ve ülkeyi saran şiddet karşısında vicdanların suskunluğu. İnsana, insanlığa karşı işlenen devlet suçlarının mübah sayılması, farkındalığın köreltilip suç ortağı olunması. Ama asıl, trajedinin kanıksanması…
“Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı”nın okurlarınıza yeni bir yol açacağını düşünüyor musunuz?
Yeni bir yol açmak fazla iddialı olur. Farkındalık yaratmak diyebiliriz belki. Bir şeyin farkına vardığımızda üzerinde düşünmeye başlarız. Düşünürken bir değişim de yaşarız. Sadece toplumsal, tarihsel, siyasal farkındalıktan söz etmiyorum; insanın çeşitli hâllerinin, duygularının da farkına varmak…Edebî metinler düşünsel-duygusal değişimi sağlayabiliyorlarsa işlevlerini yerine getirmiş sayılırlar bence. Keşke başarabilmiş olsam.
Amaç iktidarın zirvesi
Siz görmezden gelinen, bilhassa resmî tarihle unutturulmaya, halı altına süpürülmeye çalışılan konu ve kavramları işlediniz hep. Hatta, insana ilişkin ne varsa yazdınız diye genişletebilirim. Eskiden eleştirmenler, yazarlar ve yapıtları için “Bir meselesi var” derdi. Sizin ve romanınızın meselesi ne?
Haklısınız, eskiler "meselesi olan roman" derlerdi. Günümüzde meselesi olan edebiyattan çok meseleleri unutturan metinler daha geniş okur buluyor. Bunu, çağımızın devasa sorunları karşısında çözümsüz kalan, ezilen insanın kaçışı olduğunu düşünüyorum. Benim romanlarımın temel meselesi; birey insanın, muktedirin gücü karşısındaki çaresizliği, her biçimiyle iktidarın insan hayatlarını tahrip etmesi, hayatın anlamını arayış. Kısaca, insan olmanın trajedisi diyebilirim.
Son romanınız aklınızdan, yüreğinizden kâğıda akarken özeleştiri yaptığınız bölümler oldu mu?
Neredeyse hastalık derecesinde kendisiyle hesaplaşan, -buna özeleştiri diyeceksek- özeleştiri yapan, bundan da kaçınmayan biriyim. Her metin bir anlamda yazarın kendini sorgulaması, kendisiyle hesaplaşmasıdır. Yazım süreci boyunca kendinizle yüzleşirsiniz. Farkına varmakta geç kaldığım insani veya toplumsal sorunlar, durumlar var. Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı'nı yazarken “İnsanlara yüzeysel mi bakıyorum, yeterince duygudaşlık gösteriyor muyum?” diye sorguladım kendimi. Romanın başkahramanı iktidar tutkunu üst düzey bir istihbaratçı. İnsanlık suçlarını devletin bekası bahanesiyle temize çıkarmaya çalışıyor. İktidar uğruna her şeyi feda etmeye hazır. Aslında amacı iktidarın zirvesine tırmanmak. Bu tutkunun derinlerdeki nedenini anlamaya çalıştım. "Kötü" insanı da anlamam, kavramam gerektiğini, bu konuda eksik kaldığımı fark ettim.
Hafıza bize yalancıdır
Unutuş neden karanlık da hatırlayış aydınlık?
Bu sanırım hatırlamanın bilincin aydınlığına sahip olmasından, unutmanın ise belleğin karanlık labirentlerine itilmiş olmasından kaynaklanıyor. Ama hatırlamanın aydınlığı da bir yanılsama değil mi? Neyi, nasıl hatırlıyoruz? Hatırladığımız gerçekte yaşanmış olanı yansıtıyor mu yoksa işimize geldiği gibi yazdığımız bir hikâye mi? Romanın ana izleklerinden biri de bu. Hafıza yalancıdır, insanın kendini temize çıkarmasına yatkındır.
“Dağları bombalamaya giden savaş uçaklarının kulakları sağır eden gürültüsüne alışıyor Kadın. Gündelik yaşamın parçası.” diyorsunuz. Neden alışıyoruz biz bunlara? Alıştırılıyor muyuz?
İnsan alışır, kanıksar ve uyum sağlar. Bir bakıma ne yazık ki böyle, bir bakıma da iyi ki böyle. Kötüye alışılmaz tahammül edilir, derdi bir arkadaşım. Tahammül ede ede kanıksarız, doğal görmeye başlarız. Düzenin hâkimleri bizi kötüye, acıya alıştırırlar. Mücadele etsek de çoğunlukla bir noktada pes ederiz. O noktadan sonra hayatın akışını sürdürebilmemiz, ayakta kalmamız ancak uyum sağlamakla mümkündür. Muktedirler güçlerini birey insanın bu yeteneğinden alırlar. Her zaman direnenler, mücadele edenler olur, onlar gerçek kahramanlardır ama yalnızdırlar.
“Yaşamımız sayıklamalardan başka nedir ki?” diye soruyorsunuz romanın bir yerinde. Oya Baydar romanı yazarken neleri sayıkladı, hatırlıyor mu? Ya da hatırlamak istiyor mu?
Hatırlamaktan kaçınmıyorum. Yazarken, özellikle neyi nasıl hatırladığımı irdeledim. Birçok anımın gerçeği tam yansıtmadığının, belleğin derinliklerinde deforme olduğunun farkına vardım. Yazdıklarımın fantezi olarak kalmaması, bilimin bulgularına da uyması için hafıza konusunda çalışan psikolog, hekim arkadaşlarıma, nörologlara danıştım. Hatırlamaktan rahatsız olduğum bir dolu şey var tabii, özellikle de özel hayatla ilgili ama bunları karartmayı, yani kendime yalan söylemeyi, hafızanın yalancılığına sığınmayı hiç düşünmedim. Şairin dediği gibi, "Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi."
Barışı ‘ama’sız savunmak
Roman, önceki yapıtlarınızdan “Kayıp Söz” ile “Surönü Diyalogları”nı anımsattı bana. Romanınız için, bu iki kitaptaki olayların öncesinde yaşananları, iki insanın hayatından pay biçerek ele aldığınızı söyleyebilir miyiz?
Adını andığınız iki romana "O Muhteşem Hayatınız"ı da ekleyebiliriz. Son roman için, yaşananların yoğun, duygusal özeti desek doğru olur belki. Romanın anlatım dilini, biçemini de bu duygusal özete uygun olarak tasarladım.
“Ben ‘ama’sız barışçıyım”. Bu cümleyi bu romanda da olduğu gibi her koşulda kurdunuz ve çok tepki aldınız; yazdığınız romanlardan sonra -özellikle Çöplüğün Generali- çok hasım kazandınız. Bunlar üzüyor mu sizi? Barışı savunmak ya da yaşananlara duyarlı olmak, özgürlüğü savunmak birileri için neden “amasız” gerçekleşemiyor?
"Çöplüğün Generali" bir bakıma talihsiz bir döneme rastladı. Balyoz, Ergenekon gibi siyasi davaların toplumu böldüğü, cephelerin netleştiği bir dönemdi. Belli bir çevreden düşmanca tepkiler aldım. Asker-sivil bürokratik vesayeti, darbeciliği kimi zaman açıkça, çoğu zaman da sözde sol kisvesi altında savunan, siyasal ve ideolojik iktidar ortaklıklarını yitirme kaygısı içindeki bir çevre. İşin komik yanı, Çöplüğün Generali'ni gerçek general sanmışlardı. Oysa o, çöplükte bulduğu asker kaputunu sırtına geçirmiş çöp toplayıcı bir çocuktu. Romanı bugün okusalar gerçekte ne anlatılmak istendiğini anlarlar, o kadar kızmazlar diye düşünüyorum. O günlerde canımı sıktı tepkiler tabii ama üzmedi. Özgürlüğü, barışı ‘ama’sız savunmak ötekinin gözüyle bakmayı, iktidar tutkusundan, “tek doğru benim doğrum” bağnazlığından, çifte standartlardan kurtulmayı başarmak gerektirdiği için kolay olmuyor sanırım.
Romanda Helin’in söylediği gibi; vazgeçemediğimiz konforumuz, sürdürdüğümüz alışkanlıklarımız ve mutlu yaşamlarımızla bizler de suça ortak mıyız?
Belki uç bir yorum ama bir bakıma evet. Bir tweet atmakla, bir bildiri imzalamakla, eleştirmekle yetiniyoruz çoğu zaman. Görece konforlu, rutin yaşamımızı sürdürüyoruz. Bunun ağırlığını zaman zaman hissediyorum, yaşımın da körüklediği karamsarlık, çaresizlik duygusu yaratıyor; daha ne yapabilirim sorusuna cevap veremiyorum. Olsa olsa yazdıklarımla insanlara "Bakın, görün, sorumluluk yüklenin!" diyebiliyorum, o kadar.