Paradoksların kraliçesi Jane Birkin’e veda

İngiliz aksanı, narin sesi ve modern çekiciliği ile bir dönemin idolü olan oyuncu ve şarkıcı Jane Birkin 76 yaşında hayata gözlerini yumdu…

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Paradoksların kraliçesi Jane Birkin’e veda

DİDEM ERYAR ÜNLÜ

İngiliz aksanı, narin sesi ve modern çekiciliği ile bir dönemin idolü olan Jane Birkin, 76 yaşında hayata gözlerini yumdu… Yönetmen Agnes Varda’nın deyimiyle ‘Paradoksların Kraliçesi’ Birkin, gösteri dünyasının ışıltısı ile basit bir hayata duyduğu özlemi içinde barındıran, sıra dışı, yaş almıyormuş gibi görünen bir kadın oldu. Ve hayatı boyunca şu soruya cevap vermekten yoruldu: “Dünyanın en güzel kadını olmak nasıl bir şey?”

İngiltere; The Beatles, The Rolling Stones, Mary Quant, David Bailey gibi yeteneklerin yarattığı kültürel bir devrimle dünyayı büyülerken, Jane Birkin Fransa’ya gelmeyi tercih etti. Açık sözlülüğü ve karşı konulmaz aksanıyla, kısa sürede Fransız sanatçı Serge Gainsbourg’un ilham perisi ve partneri oldu. ‘Gösterişli özgürlükleri’, aşkları, erotik fısıltılarla dolu hitleri onları efsanevi çifti haline getirdi.

Gainsbourg’a sonsuza dek bağlı kalsa da Jane Birkin; hem müzik hem de beyazperdede kendi kişisel yolunu çizdi. Je t’aime... moi non plus, The Swimming Pool, The Pirate ve Les Dessous Chics gibi başyapıtları içeren göz kamaştırıcı hitleriyle çelişkili görünen bir utangaçlık vardı tavırlarında. Fısıltılı, ip gibi sesi, sınırsız doğallığı ve popüler komedilerdeki göz kamaştırıcı performansları onu ulusal bir hazine haline getirdi. Sarsılmaz bir halk desteğiyle, Fransa’nın efsanevi figürleri arasında yerine aldı. O her zaman ‘zamansız’ bir yetenek, ‘zamansız’ bir güzellikti. Birkin, bundan bir süre önce Fransız Dergisi Vogue ile yaptığı bir söyleşide, hayatının temel taşlarını oluşturan kavramları anlattı…

ELVEDA LONDRA MERHABA FRANSA

Öncelikle oyunculuk kariyerinin başlarına götürüyor bizi “John Barry beni yeni terk etmişti. Bebeğim Kate doğmuştu ve ben kendimi tekrar ailemin yanında, evde bulmuştum. Etrafımdaki her şey çökmüştü. Evde kalıp bir şeyler olmasını beklemek istemiyordum. Arkadaşım Gabrielle ile King’s Road’da bir restorandaydık ve Londra’daki en güzel kızların akın ettiği Slogan adlı bir Fransız filmi için seçmeler yapıldığını duyduk. Sanırım yönetmen Pierre Grimblat beni eğlenceli bulmuştu. İngiltere’de olsaydım ne olurdum bilmiyorum. Annem Judy Campbell, İngiltere’nin en güzel kadınıyken ve büyük bir yıldızken sahnede rol almaya cesaret edebilir miydim? Babamın ailesiyle birlikte, Fransa’da sahip olduğum kadar özgür bir kariyere sahip olmaya cesaret edebilir miydim? Tüm bunlar pek olası değildi.

İNGİLİZ AKSANI İLE SEMPATİ KAZANDI

İngiliz aksanıyla konuştuğu Fransızca ile Fransızların sempatisini kazanan Birkin bir konuşmasında şöyle diyordu: “Aksanım olmasaydı farklı bir kariyerim olabilirdi. Fransızlar beni çok çabuk kabul ederek bana gerçek bir hediye verdiler. Büyük ölçüde aksanım ve Fransızcada yaptığım hatalar nedeniyle beni eğlenceli buldular. Hiç kuşkusuz Fransızcamı geliştirmeye çalışmamamın nedenlerinden biri de bu. Bazen daha fazla çaba göstermediğim için kendime kızıyorum. The Swimming Pool’un çekimlerinde Deray’ın beni ağzımda bir kalemle konuşturduğunu hatırlıyorum. Utanç vericiydi ve pek bir fark yaratmadı.”

İĞNELEYİCİ VE ALAYCI SERGE İLE İLK BULUŞMA

Serge ile ilk tanışmasını ise şöyle anlatıyordu: “Serge ile ilk kez Pierre Grimblat’ın Slogan filminin deneme çekimleri için Fransa’da tanıştım. Çok esmerdi, zarif, sıradışı bir yüzü vardı ve leylak rengi bir gömlek giyiyordu. İğneleyici ve alaycıydı. Film için başka bir kızda ısrar edebilirdi, çünkü film onun adına bağlıydı. Özellikle Marisa Berenson seçmelere yeni katılmıştı ve muhteşemdi. Söylediklerimin tek kelimesini bile anlamadan metinleri fonetik olarak öğrendim. Hem filme seçildim, hem de Serge ile birlikte olmaya başladık. Hayatım bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. Tahmin ettiğimin aksine ailem çok sevinmişti. Beni John Barry ile o kadar mutsuz gördükten sonra, sonunda mutlu olduğumu görmüşlerdi. Serge kız kardeşime, ‘Öldüğüm gün gelip babanı alacağım’ dedi. Babam, Serge’den dört gün sonra hayatını kaybetti.

GAINSBOURG VE BIRKIN EFSANEVİ ÇİFT

Serge ile ilişkisi için verdiği bir röportajında kullandığı ifadeler şöyle geçti tarihin notlarına: “Biz Kennedy’ler değildik! Bir çeşit özgürlüğü temsil ediyorduk. Aramızdaki yirmi yıllık yaş farkı, yaşam tarzımız dikkat çekiyordu. Geceleri dışarı çıkıyor, Kate ve Charlotte’u okuldan önce uyandırmak için eve geliyor ve sonra gündüzleri uyuyorduk. Bu benim fantezimdi, tabularımız yoktu. Serge, karanlık görünüyordu, insanların Byron için söylediği gibi ‘deli ve tehlikeli’ görünürdü, ama o bir palyaçoydu. Onun kadar hayal gücüne sahip başka bir yazar ya da şair tanımıyorum. Çocukları eğlendirmeyi severdi ve bunu kimsenin yapamayacağı şekilde yapardı. Bir köşede tek başına sıkılarak oturan düşünceli bir sanatçı değildi. İnsanların gelip onu görmesini isterdi; çok ulaşılabilir biriydi. Aynı zamanda çok alaycı, zeki, bazende kelime oyunu yapmaktan zevk aldığı için acımasız biriydi. Bir albüm kapağına şöyle yazdıktan sonra birkaç gün onunla konuşmayı reddettim: ‘Kadınları olmadıkları gibi kabul edin ve oldukları gibi bırakın’. Bunu çirkin ve incitici bulmuştum, o da bana ‘Ne bekliyordun ki Janette, bu sadece bir espri’ demişti. Belli ki haklıydı.”

MÜZİSYEN OLMAK GİBİ BİR HIRSIM YOKTU

Şarkıcılık serüveninin başlangıcı olan kıskançlık hikayesini ise “Müzisyen olmak istemiyordum, sadece Serge Gainsbourg’a aşık oldum. Bir yıl önce Brigitte Bardot ile bir şarkı yapmıştı ve bana bu şarkıyı söylemek isteyip istemediğimi sordu, ben de kıskançlıktan evet dedim çünkü başka kimsenin söylemesini istemiyordum. Sırf onu sevdiğim ve güzel bir sarışınla birlikte olmasından korktuğum için ‘Evet, evet, tabii ki’ dedim. Şarkıcı olmak gibi bir hırsım yoktu. Onunla yaşadım, o bana şarkılar yazdı. Ondan sonra Serge ölene kadar bana şarkı yazdı, bu yüzden şarkıcı olup olmadığımı düşünmeme gerek kalmadı; sadece onun şarkılarını söyledim ki bunlar gelmiş geçmiş en güzel şarkılardı” diye anlatıyor.

 O, AYNI ZAMANDA BİR STİL İKONUYDU

 Onu stil ikon yapan şey neydi peki? Doğallığı mı? Bakın nasıl anlatıyor: “Stil ikonu olduğumun kesinlikle farkında değildim; ama bugün kızım Lou bana sık sık özellikle Instagram’da çokça atıfta bulunulduğunu söylüyor. Bunu açıklamak biraz zor. Ben İngiliz’im ve her zaman rahat olduğum bir çevreden geliyorum. Bu çok önemli. Salatamı parmaklarımla yiyebilirdim. Fransız kadınları o zamanlar çok bakımlıydı, ben ise daha farklıydım. Londra’daki bir pazardan aldığım ve yanımdan hiç ayırmadığım meşhur bir Portekiz sepeti vardı. Sepetim yüzünden Maxim’s’e girmeme izin verilmese de umurumda değildi. Bu güvenceye sahiptim. 1968’den kalma fotoğraflarımı gördüğümde, eyeliner ile altı çizilmiş iri bebek gözlerim, abartılı ağzım ve kahküllerimle kendimi korkunç buluyorum. Kendimi en ilginç bulduğum yaş kırktı.”

KADERE İNANMAM HER ŞEYİ DEĞİŞTİREBİLİRİZ

“Ben kadere inanmam” diyordu Birkin… “Bence her şeyi her zaman değiştirebiliriz” diyen bu ikon, “Kazalar var olan en iyi şeylerdir. Sizi planlanmış gibi görünen bir rotadan ayrılmaya zorlarlar ve hayatınızı değiştiren inanılmaz bir adamla veya kariyerinizi tersine çeviren alışılmadık bir projeyle tanışırsınız. Genellikle işler iyi gitmediğinde onları farklı şekilde yapmaya zorlanırız ve birdenbire ilginç hale gelirler” diye düşünüyordu.

AŞK OLMADIĞINDA ACI DA OLMAZ

Aşk ile ilgili düşüncesini de “Aşık olur olmaz, sevdiğim adamı kaybedeceğim korkusuna kapıldım ve diğer tüm kızların benden daha ilginç olduğuna ikna oldum. Bu güvensizlik, bu özgüven eksikliği karşınızdaki kişi için korkutucudur, özellikle de kıskançlıkla el ele gittiği için. Birlikte yaşaması imkansız biri olmalıydım. Bugün artık aşık olmadığım için çok mutluyum. Aşk olmadığında acı da olmaz” diyerek anlatıyordu.

ÖLÜMÜN KIYISINDA PANİĞE KAPILMADIM

76 yaşında yaşama veda eden ikonun ölüme bakışı da farklıydı: “Önceden bana nasıl ölmek istediğim sorulduğunda ‘ilk’ diye cevap verirdim. Ne yazık ki hayat başka türlü karar verdi. Yaklaştığını hissettiğimizde hepimiz ölümden biraz korkarız. Bu fikir çok uzak, çok soyut. Onu hayal etmekte zorlanırız. Son üç yıl içinde iki kez ölümün kıyısından döndüm ve şaşırtıcı bir şekilde paniğe kapılmadım. Daha çok söylemek istediklerimi söyleyecek, işleri yoluna koyacak ve affedilecek zaman bulamamaktan korktum.’’

“DEĞİŞKEN BİR KADIN JANE BİRKİN’DEN DAHA FAZLA OLABİLİR Mİ?”

Fransız yönetmen Agnès Varda, şarkıcı ve oyuncu Jane Birkin hakkında çektiği 1988 yapımı belgesel Jane B. par Agnès V.’de, “Değişken bir kadın. Jane Birkin’den daha fazla olabilir mi?” sorusunu soruyor. Filmin başında Birkin, dönem kıyafetleri içinde oturur ve karakteristik donuk ifadesiyle doğrudan kameraya bakar. Aynada kendine baktığında ve vücudundaki yaşlanma belirtilerini gördüğünde hissettiği mide bulantısından bahseder. Henüz 40 yaşına yeni basmış olmasına rağmen çok daha yaşlıymış gibi konuşur. Varda, kamerasını, “Birkin’e başkalarının onu nasıl gördüğünü gösterebileceği ve yaşlanan bedenini güzel olarak görmesine yardımcı olabileceği bir ayna” olarak tanımladı.

O SADECE BİR ÇANTA DEĞİL BİR BIRKIN!

Yıl 1981. Serge Gainsbourg ile yaşadığı dillere destan aşkla 70’li yıllara damgasını vurmuş Jane Birkin, Londra’dan Paris’e yaptığı yolculuklardan birinde uçakta Hermès’in üst düzey yöneticilerinden Jean-Louis Dumas ile karşılaşıyor. Birkin’in haftasonu seyahati için hasır bir çantaya sığdırdığı eşyalarının yere dökülmesi üzerine yardıma koşan Jean-Louis Dumas ile yolculukta başlayan sohbet, oyuncunun “Neden Hermès Kelly’den daha büyük, fakat Serge’nin bavulundan daha küçük bir çanta yapmıyorsunuz?” sorusu üzerine, Birkin çantanın ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyor. Jane Birkin’in o uçak yolculuğu sırasında önündeki kese kağıdına yaptığı eskizlerle ortaya çıkan çanta, ilham kaynağı Birkin’in adını alıyor ve bir statü sembolü haline geliyor.

 

HAFTA