Modanın söyleyecek yeni bir sözü yok mu?
6 Eylül’de New York’ta başlayan, sırasıyla Londra, Milano ve Paris ile devam eden moda ayı sona erdi. İşte defilelerden durum raporu…
Aslı Barış
Moda ayını resmi olarak başlatan etkinlik, her zaman olduğu gibi New York Moda Haftası’ydı. 6- 11 Eylül arasında düzenlenen haftada, Katılımcılar iddialı olsa da, ihtişam olarak her zaman Milano ve Paris'teki ihtişamın gölgesinde kalan etkinlik, bu sefer de ezber bozmadı.
Ancak New York’un bu sefer iki avantajı vardı: Birincisi, etkinlik, ABD Açık Tenis Turnuvası’yla kıyısından köşesinden çakıştırıldı. Böylelikle, defilelere ünlü akını gerçekleşti. İkinci avantaj da, Ralph Lauren, Coach, Tommy Hilfiger, Tory Burch gibi klasik Amerikan markalarının yanı sıra, normalde Paris’te defile yapan Alaïa ve Off-White’ın da New York takviminde yer almasıydı.
Haftaya damga vuran iki önemli tasarımın magazinine geçelim: Ralph Lauren, Hamptons'ta takvim dışı bir kutlamayla başlangıç yaptı. Konuk listesi etkileyiciydi: Jill Biden, Usher ve Jude Law, Tom Hiddleston ve Naomi Watts gibi konukların katıldığı defile, Lauren’ın tarzından da bekleneceği gibi sade, yalın siluetler ve ‘buram buram memleketim Amerika’ tadında tasarımlarla dolup taştı.
Ralph Lauren ne kadar ‘sakin’ bir dile sahipse, Alaia o kadar ihtişamlıydı. Solomon R. Guggenheim Müzesi'nde gerçekleşen şov, şüphesiz haftanın en heyecan verici defilesiydi: Süpermodeller Linda Evangelista, Amber Valletta ve Stephanie Seymour gibi ikonik süpermodeller ön sırayı doldururken, podyumda Kendall Jenner vardı. Ancak geceye damgasını vuran en büyük sürpriz, Rihanna'nın Fransız lüks markası tarafından tasarlanan kristal örgüden yapılmış parlak kıyafetiyle sahneye çıkışıydı. Rihanna’nın Naomi Campbell’a selam vermeyerek pas geçişi, uzun süre magazin sitelerinde yer aldı.
40. yaşında olgun bir Londra
Gelelim Londra’ya… Disney +’ta moda tutkunlarının ilgisini çekebilecek bir belgesel yayınlanıyor: “In Vogue: The '90s” Her ne kadar Anna Wintour, 1990’lar ve sonrasında sektörde yaşanan tüm gelişmeleri kendine yontan, ‘benden önce buraları dutluktu’ stili bir tavırla meseleleri anlatsa da, dizinin ikinci bölümünde güzel bir noktaya değiniyor: “Londra, en iyi yetenekleri görmek için gittiğiniz yer.”
Gerçekten Alexander McQueen, Hüseyin Çağlayan gibi isimlerin dehalarını sergilediği defileler, podyumda Kate Moss’un yükselişi, deha yuvası Central St. Martins öğrencilerinin fikirleri vb derken, ‘asi ve genç’ Londra, moda dünyasında altın dönemini yaşıyordu. 90'larda i-D dergisinin moda direktörü -ve daha sonra British Vogue'un editörü- olan Edward Enninful, dönemi şöyle özetliyor: "Ticari, en kirli kelimeydi."
Günümüze dönersek, bu sene 40. Yaşını kutlayan Londra Moda Haftası’nın eski ‘asi, punk’ halinden eser yok. 12-17 Eylül’de düzenlenen hafta, eski haline göre fazlasıyla ağır başlı: Öyle ki doğum günü partisi 10 Downing Street'te verildi…
British Fashion Council’in CEO'su Caroline Rush, New York Times’a verdiği görüşte, etkinliğin 40. Yılını ‘yeni bir yaşam evresi’ olarak özetliyor. Peki bu tam olarak ne anlama geliyor?
Enninful'un seride dediği gibi, 1990'ların sonlarında Londra, “moda sistemini altüst eden” tasarımcılarla doluydu. Şimdi, üretim süreçleri daha kısıtlı, koleksiyonlar daha ticari… Milano’nun farklı imkanlarla tasarımcılara avantajlar sağlaması da belli bir beyin göçünü de beraberinde getiriyor. Hal böyleyken ön plana çıkan tasarımcı sayısı az. Erdem, JW Anderson ve Burberry ekseninde dönüyor hikaye…
Burberry, Barry Keoghan, Skepta, Olivia Colman ve Normani gibi isimleri defilenin ön sırasına toplayarak ‘konuşulan’ bir şov ortaya koydu. Ancak şirketin durumu pek de yükselen grafik çizmiyor: Hisse fiyatları ve satışları 15 yıldır ilk kez FTSE 100’den düşecek kadar zor durumda, durum böyleyken tasarımcı Daniel Lee, risk almamaya çalışıyor. Podyumda yer alan tasarımlar hem işçilik hem stil olarak çok rafine ama daha önce görülmedik şeyler değil. Erdem’in floral tasarımları da Kate Middleton etkisi olmasa, kabak tadı veren işlerden. Görünen o ki 40. Yaşında Londra’nın yaşadığı en büyük sorun, yeniden ‘asi’ ruhuna kavuşabilmesi…
Milano’da kusursuz kırışıklıklar
Bir sonraki durağımız modada seksapelin her daim ön planda olduğu Milano... Malum: İtalya’da tasarımcılar belli bir trend etrafında tur atmaktansa, kendi yaratıcılıklarının rotasında ilerlemeyi severler. O yüzden ortak bir trend yakalamak kolay değil. Ama şu trendler ön plandaydı… Prada, Max Mara, Ferragamo ve hatta Bottega Veneta’da ‘kusursuz bitişler öne çarpıyordu. Max Mara’nın şık gömlek elbiselerinden Ferragamo’nun trençkotlarına, buruş kırış tasarımlar seyirciyi selamladı. Max Mara'nın kreatif direktörü Ian Griffiths bu durumun kaos teorisiyle bağlantılı olduğunu söyledi. "Kırışıklıklar, kusursuz pürüzsüzlüğün zıddıdır. Gördüğünüz her şeyin, bir karşıtı var."
Fendi'de, Kim Jones markanın gelecek yılki yüzüncü yılına hazırlık olarak 1920'ler temalı bir koleksiyon sundu: "Bu elbiseler çok 1920'ler havasında olduğunda, fazla hanımefendi görünmesini istemedim; onu daha çok tanıdığım bir kıza dönüştürmek istedim," Tanıdığı kız ise yakın arkadaşı ve ilham kaynağı Kate Moss: "Tatile gidip, Kate'in akşam yemeği için giyinmesini izlemek bir keyiftir.Sahilde basit bir yemek için denenen farklı kıyafetleri görmek oldukça eğlenceli."
Diğer tarafta Prada'da, balo elbiseleri sarı yağmurluklara kombinlermiş, şık pantolonlar kovboy çizmeleriyle takımlanmıştı. Gucci'de de benzer bir hava vardı: Sabato de Sarno koleksiyonuna “Gündelik İhtişam” adını verdi. Tamamı aynalı payetlerle süslenmiş kolsuz uzun bir elbise ve kalem etekli kombin, öne çıkan görünümler oldu. Versace’de ise Donatella, 1990’ların ikonik metalik örgü elbiselerini, yeni bir teknikle günümüze yeniden kazandırmış. Enteresan bir hamle Sicilyalı ikili Dolce & Gabbana’dan geldi. Defilenin onur konuğu Madonna’ydı. Buraya kadar iyi, hoş. Ancak podyumda şarkıcının 1990 Blonde Ambition turnesinde giydiği, Jean Paul Gaultier imzalı konik sütyenler ve uzun sarı perukların olması kafa karıştırdı. Zira bu siluet, Jean Paul Gaultier’nin imzası niteliğinde… Dolce&Gabbana ile aynı dönemde parlamış, aynı dönemde tasarımlarını sunmuş, başka bir modacının koleksiyonundan ‘ilham’ alınır mı? İşte size tartışılması gereken bir konu.
Işıltının ve zerafetin kaynağı Paris
Son durağımız yine belli: Işıklar Şehri. Modanın başkenti Paris, yine farkını ortaya koydu ve rakip kentlerine tur bindirdi. Tabii ki tasarımların ‘couture’ haftasında gördüklerimiz kadar etkileyici olmasını beklemiyorduk. Yine de rakiplerine göre daha ihtişamlı koleksiyonların evsahibi. Katılımcılar da oldukça havalıydı: Moda ayının kapanışında, Kylie Jenner’dan Cardi B’ye Kate Moss’tan Sienna Miller tüm popüler figürler Ritz Hotel’in süitlerini doldurdu. Sorun şu: Bunlar hiç görmediğimiz manzaralar mı? Sektör, Paris podyumlarında da bir heyecan furyası estirmedi. Güzel detaylarla ilerleyelim: Bella Hadid’in iki sene sonrası YSL defilesiyle yeniden podyumda olması güzel bir gelişmeydi. Chloe’in kreatif direktörü Chemena Kamali’nin koleksiyonu da boho chic sevenleri sevindirdi. Dior’da yine tek omuzlu, olimpiyatlardan esinlenen siluetler vardı. Alessandro Michele’nin Valentino koleksiyonu yine beklenen şovlar arasındaydı.
Şüphesiz yağmurlu bir havada, Işıklar Kenti’nin sokaklarında gezmek, Milano’da Galleria Vittorio Emanuele’de bir espresso içmek, Londra’da Serpetine Gallery’de etkinliğe katılmak, New York’ta after party’lerde geceyi gündüze katmak… Tüm bunlar çok güzel ve keyifli. Ancak moda endüstrisi, bir süredir bunlar dışında pek bir şey sunmuyor meraklılarına… Geriye de sosyal medyada paylaşılan üç beş reels’den başka bir şey kalmıyor. Eski dönemlerin akımların sürekli yeniden ısıtılıp önümüze konuyor. Akıllardaki soru: Modanın söyleyecek yeni bir sözü yok mu? Sektörün yeniden 90’lar ruhuna geri dönmesi için ne yapılabilir, o da başka bir yazının konusu olsun…