Mimar Emre Arolat: Antakya hak ettiği ciddiyet ve titizlikle ele alınmalı
Türkiye’yi yasa boğan 6 Şubat depremlerinin yarattığı yıkımın ardından çıkan yeni bir proje: Ortak Akıl Antakya… Peki bu siyaset üstü inisiyatif, bölgeyi nasıl şekillendirecek? Bağımsız gönüllü grubunda yer alan mimar Emre Arolat, detayları anlattı.
Merve YEDEKÇİ
Hatay’ın yeniden kurulması, kalkınması için planlanan “Ortak Akıl-Antakya” isimli projeden bahsedebilir misiniz?
Antakya için toplumun her kesimini içermeyi, her aşamada çok katmanlı bir katılım sağlamayı ve olabildiğince şeffaf bir süreçle nitelikli bir planlama çalışması yürütmeyi hedefleyen, siyaset üstü bir sivil inisiyatif oluşturduk. Bağımsız ve tam bir gönüllülük esasıyla çalıştığımız bu gruba “Ortak Akıl-Antakya” ismini verdik. Bu oluşumda, birlikte düşünerek üreteceğimiz mimarlarla birlikte, bu coğrafyanın önde gelen plancıları ile yine alanlarında en yetkin bilim adamları, yer bilimciler, ilgili mühendislik dallarının uzmanları, sosyolog ve antropologlar, eğitim uzmanları, arkeologlar, sanat tarihçileri, koruma uzmanları, hukukçular, kültür endüstrisinin farklı kulvarlarındaki aktörler, hekimler ve psikologlar yer alıyor. Ayrıca çok önem verdiğimiz bir konu olarak kentin geçmişindeki ve potansiyel kullanıcılar, ilgili sivil toplum kuruluşları, yerel inisiyatifler, ulusal ve yerel iş insanları, iletişimci ve gazeteciler ile güvenlik uzmanlarından oluşan yaklaşık seksen kişilik bir ekip bu oluşumun içerisinde. Açık planlama ilkesiyle çalışacak olan “Ortak Akıl-Antakya” platformu için biri İstanbul diğeri de Antakya’da olmak üzere iki ofis kuruyoruz. Hem ulusal hem de çok prestijli uluslararası sivil toplum örgütleri bu gruba koşulsuz destek veriyor. Çok yakın bir zamanda tüm katılımcılarını kamuoyu ile ayrıntılı olarak paylaşacağımız bu oluşum, aynı zamanda süreç boyunca üreteceği bütün çalışmalarını halka açacak ve kitlesel bir katılımı hedefleyecek.
Peki süreç nasıl işleyecek? Bir şehir depremden sonra nasıl ve nerede inşa edilmeli?
İlk ve en önemli önerim, özellikle Antakya gibi kadim bir kentin yeniden planlaması konusunun yangından mal kaçırırcasına aceleye getirmeden, hak ettiği ciddiyet ve titizlikle ele alınması. Bu çerçevede kalıcı hataları en aza indirmek adına bu tür çalışmaların olgunlaşmasına izin verecek makul bir zamanı, doğru bir çalışma ekibi ile yönetmenin elzem olduğunu, üzerine basa basa vurgulamak isterim.
Günlerdir kaçınılmaz olan İstanbul depreminden söz ediliyor. Öngörüler gerçekten insanı dehşete sürüklüyor. İstanbul bu hale nasıl geldi, buradan geri dönüş var mı?
Bilgisizlikle başlayan, umarsızlıkla süren ve ihmalkârlıkla taçlanan bir planlayamama ya da belki de planlamama süreci bu. İstanbul’un neden ve nasıl bu hale geldiğini anlamak için çok partili dönemin başlangıcına gitmek gerektiğini düşünüyorum. Özellikle 1950 sonrası yönetime gelen hükümetlerin yatırım politikaları kırsaldan kente doğru akan büyük bir göç dalgası yarattı. Kentlerin baş edilemez şekilde büyümesine yol açan bu durum İstanbul’u da derinden etkiledi. Şehrin nüfusu o günden bugüne on beş kattan fazla arttı. Bütüncül ve nitelikli bir kentsel planlama ne yazık ki bu süreçte hiçbir merkezi yönetimin öncelik ölçütleri arasında ilk sıralarda yer almadı. Şehir büyük ölçüde kendi halinde büyüdü. Bu süreçte planlamanın ana unsuru olması beklenen yerel yönetimler de büyük ölçüde sistem dışında tutuldu. Özellikle sanayinin Marmara havzasına konumlandırılması ile birlikte hız kazanan kitlesel göçün sonucu olarak kentlilik bilinci, ortak yaşam kültürü gibi unsurlar yerine her ne koşulda olursa olsun barınma ihtiyacı gibi bir öncelik gündeme geldi. Denetimsiz kamu arazileri fertler tarafından işgal edildi. Adına gecekondulaşma denen bu masif eylemin 1960 ve 1970 yıllarında dönemin yönetim erki tarafından barınma ihtiyacının bir çözümü olarak görüldüğünü unutmamak gerekir. Bu hareket bir sonraki aşamada hisseli ifraz diye adlandırılan ve tarım alanlarının bölünmesi anlamına gelen sakilliğe yol açtı. Bu sağlıksız süreç, ardı arkasına çıkartılan ve yanlışlıklarla dolu olan yasalarla desteklendi. Bununla beraber pek çok kentsel sorunun meşrulaşmasına tanık olundu. Dolayısıyla imar affı, bu çöküşe tuz biber oldu. Demografik hedeflerle birlikte tüm kentsel donatı standartları bir kenara atıldı.
Bu çerçeveden bakınca, 2004 yılında devreye sokulan ve farklı disiplinlerden yüzlerce bilim insanının görev aldığı İstanbul Metropoliten Planlamanın (İMP) ve geliştirdiği bütünsel vizyonun bu kent için kaçırılmış en büyük fırsatlardan biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu oluşum, dört yıllık yoğun bir çalışma sonrası kentin gelişim stratejilerini ortaya koyan bütüncül ve nitelikli bir Master Plan üretti. Ancak her ne hikmetse kente atılan son tokatlar misali, 3. Boğaz Köprüsü ve yeni İstanbul Havalimanı gibi projelerle ya da imara açılan su havzalarıyla birlikte bu plan kadük edildi ve rafa kalktı. Neticede 1950’li yıllardan itibaren sürdürülen niteliksiz kentsel politikalarla birlikte ortaya hepimizin gördüğü bu manzara çıktı.
İstanbul için dünyadaki benzer büyüklükteki kentlerle aynı sorunları taşıyor diyebilir miyiz?
İstanbul dev bir metropol. Tabiki, sorunlarının bir bölümü dünyadaki bu tür büyüklükteki kentlerle benzerlikler taşıyor. Ancak bunların pek çoğunda bulunmayan deprem riski son derece yaşamsal. Bu konuda bugünden yarına çözüm üretmek hiç kolay değil. Ancak bugünden tezi yok önlem almaya başlamak ve İstanbul’u beklenen depreme çok daha hazırlıklı hale getirmek ülke çapında önceliğimiz olmalı. Bu çerçevede hem merkezi hem de yerel yönetime çok büyük görevler düşüyor.
Peki, bir evin etrafından fay hattı geçmesi o evin yıkılacağı anlamına mı geliyor? Bu depremden sonra mimarlar nelere dikkat etmeli?
Bu soruya otomatik olarak evet ya da hayır demek anlamlı olmaz. Nitelikli bir yapının tasarımında onlarca, hatta yüzlerce ölçüt devreye girer. Teorik olarak bugün yeryüzünün her noktasında ve her koşula dayanıklı yapılar inşa etmenin mümkün olduğu iddia edilebilir. Artık ulaşması çok daha kolay olan evrensel teknik bilgi ve yüksek teknoloji sayesinde fay hattıhikmetna yakın bölgelerde de sağlıklı yapı inşa edilebileceğini söylemek yanlış olmaz. Ancak bunun gereği gibi gerçekleştirilmesinin hiç de kolay bir iş olmadığını bilmek gerekir. Bu bağlamda, çok yönlü, çok katmanlı, büyük ölçekten yapı ölçeğine kadar titizlikle ve müzakere ele alınmış bir kentsel planlamanın önemine bir kez daha dikkat çekmek isterim.
Çok genel bir tanımla, bir yapının yer alacağı konumun zemin ve depremsellik özelliklerine bağlı olarak tasarlanması ve bu çerçevede üretilmiş olan yönetmeliklere uyum sağlaması esas. Ancak her şeyden önce yönetmeliklerde verilen tüm verilerin kabul edilmesi gereken en az değerlerden oluştuğu bilinmeli. Herhangi bir yapının taşıyıcı sistem tasarımını yapan uzman mühendisin deneyimi ve öngörüsü ile bu konuda yapacağı yorum önemli. Bununla birlikte, taşıyıcı sistemin konfigürasyonu da çok kritik bir konu. İmalat esnasında yapım detaylarına da dikkat edilirse, yapı kabul edilen yüklerin daha fazlasını rahatlıkla karşılayabilir. Belki tekrar olacak ancak bir kez daha hatırlatmak isterim ki bir yapının deprem anındaki performansı ile ilgili olarak ayrıntılı zemin etütlerine göre hazırlanmış olan taşıyıcı sistem tasarımı en kilit proje ve hiçbir mimari fikir, deney ya da kapris taşıyıcı sistem tasarım prensiplerinin önüne geçmemeli.
Konut alırken hangi soruları sormalıyız?
Binanın yapım ruhsatını, yapı kullanım (iskân) belgesini ve özellikle taşıyıcı sistem projesi ile ilgili raporlarını elde etmek ve mümkünse bu belgeleri taşıyıcı sistemler konusunda uzman olan bir mühendise danışarak incelemek bugün için önerebileceğim en kestirme yol gibi görünüyor.
Sürdürülebilirlik konusuna gelirsek… Yapılar için inovatif malzemelerin önemi nedir? Bu konuda ivedilikle nasıl önlemler alınmalı?
Türkiye inşaat sektörü büyük ölçüde betonarme imalata dayanır. Bu da yapım kalitesinin kontrolünü daha da güçleştirir. Çelik ve ahşap gibi bilindik strüktürel malzemelerin ya da dünyada hızla gelişmekte olan farklı kompozit oluşumların önünü açmak ve piyasadaki beton egemenliğine alternatif üretim yöntemlerini teşvik etmek bundan böyle merkezi yönetimlerin önceliği olmalı. Ancak burada bir başka önemli unsura da önemle dikkat çekmek istiyorum. Türkiye’de yapı kalitesi konusunda önümüzde duran zafiyetin kaderini değiştirmenin en önemli ve kanımca olmazsa olmaz koşulu, etkin ve nitelikli denetim mekanizmalarını bir an önce harekete geçirmek. Bu çerçevede tüm sektör için sağlam bir mesleki sorumluluk sigortası ağının kurulması için zaman kaybetmemeliyiz.
KENTE YAPILAN HER İLAVE CİDDİ SORUMLULUK
Bir söyleşinizde ‘Mimarlar şehre her gün hesap verir’ diyorsunuz…
Doğru… Biz mimarlar yaptığımız her işle kente yeni bir şeyler ilave ediyoruz. Bu çok ciddi bir sorumluluk. Yaptığınız her iş kentin fiziksel, sosyal ve kültürel kalitesini olumlu ya da olumsuz yönde etkiler ve her mimari yapının performansı kullanılmaya başlandıktan bir süre sonra ortaya çıkar. İşte tam da bu noktada kente karşı hesap vermeye başlarsınız. Bu hesap sözünü ettiğim kentsel kaliteleri olumsuz yönde etkileyen yapılarla tersini becerenler arasındaki farkın üzerinden şekillenir.
TEKNİK GEREKLİLİKLERDEN TAVİZ VERİLMEDİ
The Museum Hotel Antakya depremi en az hasarla atlatan binalardan…
Sözünü ettiğiniz yapının projelendirme aşamasında mimari projenin yanı sıra çok ciddi bir taşıyıcı sistem mühendisliği gerçekleştirildi. İnşaat mühendisi Bülent Deveci tarafından büyük oranda çelik strüktür olarak tasarlanan bu sistemin inşaat aşamasındaki uygulaması da aynı titizlikle ele alındı. Yapının bulunduğu nokta da tasarım öncesi yapılan zemin etüdünün bulguları değerlendirilerek ana taşıyıcılar mevcut zeminin yaklaşık yirmi beş metre altındaki sağlam zemine oturtuldu. Mimari, statik, mekanik, elektrik ve altyapı projelerinin birbirleri ile uyumu ve koordinasyonunun sağlanması önemli bir ölçüt olarak öne çıktı.