Masa başına mahkûm olmadan yaşamak isterdim
Rıza Kıraç’ı 1997 yılından beri tanıyorum. İlk romanı ‘Cin Treni’ 2000’de yayımlanmıştı. Yazı masasının başında buluştuğumuzda söze, “Masam, yazdığım her neyse onları bağladığım son yerdir” diye başladı.
FARUK ŞÜYÜN
Rıza Kıraç’la karşılaşmam 30 yılı buluyor. Edebiyat dışında sinema üzerine kuramsal kitaplar, söyleşiler ve biyografik çalışmalar yapan Kıraç, sinema öğrenciliği yıllarında başladığı belgesel ve kısa film üretimini, senaryolarını yazdığı uzun metrajlı filmlerle de sürdürüyor. Ne güzel ki hâlâ çocukluğunun geçtiği mahallede oturuyor. Çalışma odasında, yazı masasının başında buluştuğumuzda söze, “Masam, yazdığım her neyse onları bağladığım son yerdir” diye başlıyor ve devam ediyor:
“2013’e kadar kitaplarımın ilk taslaklarını kafelerde, barlarda yazdım. Etrafımda sürekli bir kalabalık, onların uğultusu, değişen müzikler vardı… ‘Dolphin Video’, ‘Annemin Bahçesi’, ‘Babam Freud’u Bilmeden Öldü’ ana taslağı dışarıda yazılmış kitaplardır. Sinema kitaplarında ise yazı masasına mahkûmsunuzdur, çünkü kaynaklar için sürekli raflara başvurmanız gerekir.”
Derli toplu bir masanın yanındayız, ama ya öncesi?
“Gördüğünüz, masanın temizlenmiş hali. Çalışmaya başlayınca masada da kafam gibi çok dağınık oluyor. Her şey orada birikiyor. Yalnız kitaplar değil, aklınıza gelebilecek her şey; bazen bir tornavida, bazen misketler, kimi zaman çay kaşıkları, bardaklar, fincanlar... Çünkü çalışmaya başladıktan sonra kitap bitene kadar masayı hiç düzenlemiyorum. Masada da kafada da dağınık bilinç söz konusu! Parçalardan gelmeyi seviyorum, en fazla yazacağımı iki üç sayfa bilirim. Geri kalan çağrışımlarla, yazının kendi yolunu bulmasıyla eklenerek devam eder.”
Masada defterler de var:
“Sürekli defterlere yazıyordum bir zamanlar, hâlâ bir sürü defterim var, eskileri kutularda saklıyorum, hatta daktiloyla yazdığım ilk roman taslağını da… Ancak defterler her zaman eskizdir. Orada yazılanlardan yola çıkarak bilgisayara geçmeye başlarım. O aşama yeniden düşünme ve düzenleme demektir…”
Sinema konusuna devam edelim mi?
“16-17 yaşlarında yazmaya başladığımda sinemacı olacağım diye bir düşüncem yoktu. Tek derdim vardı hikâye, roman yazmak… Ancak, hikâye yazmayı, sahne kurmayı beceremiyordum. 1996-1997’de sinema okumaya başlayınca başka bir gözle yazmaya devam ettim. Sinema benim edebiyatımı geliştirdi, görsel hafızamın farkına vardım, senaryo yazmaya, yönetmenlik yapmaya başladım. Sinema çok zihin açıcıdır.”
Masadaki fotoğraf dikkatimi çekiyor:
“1997-98 yılları olmalı, klasik Mac bilgisayar kullanıyorum, yine cam bir masa. Üzerindeki kedinin adı Junior Felix Kafka, 17-18 sene yaşadı bizimle. Aslında o masadaki manzara hâlâ devam ediyor!”
Kediler de öyle olmalı… Evde dört kedi var, birisi kucağına atlıyor:
“Bu Süslü, 16 yaşında… Evin en büyük kedisi… Çalışma sırasında kimi zaman ikisi üçü masanın etrafında yer alır. Bir ara bu odada üç tane masa vardı. Onlar işgal ettikçe ben yeni masa koydum. Hepsi birden yeni koyduğuma da geldiler. Kusur bende tabii çok yüz veriyorum. Haliyle çalışma ritmim bozulabiliyor dört kediyle.”
Masada duranlar arasında misketler, torpil, topaç da bulunuyor:
“Aynı mahallede doğup büyümenin bir avantajı; insanlarını çok iyi biliyorsunuz. Bizim sokaklarda hâlâ geleneksel oyunları oynayan çocuklar var, hâlâ sokaklarda misket buluyorum” diyor ve devam ediyor:
“Çocukların haşır neşir olduğu her şeyi çok seviyorum. Bu misketlerin neredeyse 40-50 tanesini ve torpili sokakta buldum. Çocukluğa dair nesnelerle karşılaştığımda beğendiklerimi satın alırım. Raflardaki iki üç tane kumbara, küçük biblolar, oyuncaklar da öyle… Bir de yolda gördüğüm bana ilginç gelen nesneleri alırım; meselâ bir vidayı. Hiç kimsenin bir işe yaramayacağını düşündüğü bir aparatı… Çünkü onun bir hikâyesi vardır, bir insanın işine yaramıştır, sonra atılmıştır, ancak nesne olarak hâlâ kendini ifade eder, bir anlama sahiptir. Yaptığım bir nevi ilkel toplayıcılık. Ekonomik değeri var mı, hiç yok…”
Masadaki objeleri konuşmaya devam ediyoruz:
“70’li yıllardan kalma bu vazoyu Sümerbank bir şirket için yapmış. Sümerbank’ın vazolarını, bazı kıyafetlerini, bardaklarını, çanaklarını elimden geldiğince topladım. Küçük bir koleksiyona dönüştü. O merak da şuradan geliyor, Sümerbank’ın varlığını yakından hisseden son kuşağım. Aslında Sümerbank’la ilgili bir belgesel çalışması yapmak istiyorum, onunla ilgili kitapları, malzemeleri toplamaya devam ediyorum.”
Not defterinin içinde zarif bir kalem duruyor:
“O kalem sevgili dostum Hüseyin Nazlıkul’un hediyesi. Kendisi nöral terapi konusunda Türkiye’nin en önemli doktorlarından birisidir. ‘Kitap, film sözleşmelerini bu kalemle imzalarsın’ diye hediye etti, ben de öyle yapıyorum. Ama özel bir kalem merakım yok, bazı kalemler elime yakışıyor, istediğim gibi yazabiliyorum, bunlar çok ucuz da olabiliyor.”
Sarı dosya kâğıdının altındaki dosya?
“O, son yazdığım roman, ‘Denizlerin Gölgesi’. ‘Dolphin Video’nun devamı. Yaklaşık 8-9 yıldır yazıyorum. ‘Dolphin Video’ 1985-88 yılları arasında geçiyordu, ‘Denizlerin Gölgesi’ 1990-93. İki ana öykü var biri Civciv’in yani Dolphin Video’daki kahramanımızın, diğeri ise Denizler’in. Yani sadece Deniz Gezmiş’in değil, o mücadeleye katılan diğer yoldaşların da hikâyesi…”
Rıza Kıraç burada biraz duruyor, “Aslında masa başına mahkûm olmadan yaşamak yani dışarıdaki çalışma ritmimi devam ettirmek isterdim, artık hayat ona izin vermiyor” diyor: “Evde iki vardiya çalışıyordum, artık tek vardiya yapıyorum 23.00’ten sabah 5’e. Babam da uzun yıllar fabrikada çift vardiya çalışmıştı…”