Korku yazdığımız için onu yaşadığımızı düşünenler var
Tekinsiz, karanlık, korku dolu hikâyeleriyle de tanıdığımız Demokan Atasoy, “Masamdaki objeler, hayat felsefeme dair ipuçları sunuyor. Ufacık korkuları, hayata gerçekten dahil olmuş olanları da yazmayı seviyorum” diyor
FARUK ŞÜYÜN
“Bu eve taşındığımda çalışmaya hemen başlayabilmek için ilk yerleştirdiğim eşya, kütüphanelerle birlikte bu masa oldu” diye anlatmaya başlıyor Demokan Atasoy. Bilkent’te Turizm ve Otel İşletmeciliği okuduktan sonra Bilgi Üniversitesi’nde sinema-televizyon dalında master yapmış. Kısa filmler yönetmiş, uzun yıllar yönetmen ve prodüksiyon asistanlığı, kameramanlık gibi işlerde görev almış. Bu arada içindeki sinema ve edebiyat sevgisi hızla büyümüş:
“Ben, video dönemi çocuğuyum. 25 yaşıma gelmeden 5 bine yakın film seyretmiştim. Günde 6-7 film izlediğim dönemler olmuştur. Senaryo yazmayı Yavuz Turgul ve rahmetli Ömer Kavur’dan öğrenirken bir heyecanla aynı anda öyküler de kurgulamaya başladım.”
Peki, ‘korku türü’ne nasıl evrildiler?
“Çocukluğumdan itibaren çizgi romanlarla başlayan süreçte en ilgilendiğim alanlardan birisiydi korku. Agatha Christie, Stephen King gibi isimleri okumaya başladım, yaşım ilerledikçe. Podcast yaptığım arkadaşlarımdan Galip Dursun’un teşviki önemlidir. Pek çok alanda yazıyorum ama korkuya, onun sayesinde odaklandım diyebilirim.”
Galip Dursun, Işın Beril Tetik’le birlikte 10 yıldır korku sanatları üzerine ‘Gerisi Hikâye’ ismiyle podcast yapıyorlar. O dönem korku türünün şimdiki kadar ilgi görmediği seneler:
“Yazılı bir kaynak yok, bari sesli bir kaynak olsun, gelecek nesiller bundan faydalansın diyerek Türkiye’de korku kültürü diye bir şeyi oluşturabilme ihtimaliyle yola çıkmıştık. Tabii ki sadece bizim çabamız değil, bu yönde pek çok yazar arkadaşımız çalışıyor -pek çok derken 10-15 kişiyiz- korku alanında. Hem podcast’in gelişmesiyle hem de aralıksız kitaplar yazarak, özellikle antolojiler oluşturarak çok yazarın öyküler vermesini sağladık. Proje olarak başladığımız bir çalışma idi, 10 yılın sonunda çok daha iyi bir yere geldi korku türü.”
Korku, çocukluktan itibaren özellikle Anadolu masallarında sık sık karşımıza çıkıyor. Geceleri yatmadan önce bütün aile toplanıp bu masalları dinliyor, yani hayatın bir parçası. Tabii ki korku kültürü sadece masallardan, hurafelerden oluşmuyor, bence bir edebiyat dalı olarak kabul edilmeli. Podcast ekibi olarak bu yönde çalışmalarınızı kitaplarla da destekliyorsunuz; köy masallarını antolojiye çevirip ‘Anadolu Korku Öyküleri’ ismiyle üç ciltlik bir kitap halinde yayınladınız. Sizce korku türü uzun yıllar boyunca edebiyattan neden sayılmadı?
“Korku sürekli hor görülmüş, sözünü ettiğiniz o masallar hurafe denilerek bir kenara atılmış. Tabii ki hurafe, ama edebiyata uyarlanabilecek şeyler, ancak bu yapılmamış. Meselâ Kenan Hulusi Koray önceleri fantastik şeyler, korku hikâyeleri yazarken günün koşulları gereği daha gerçekçi konulara yönelmiş. Çünkü, o dönemlerde bu tür edebiyat kabul görmüyormuş.”
Masanızda ve odanızda yer alan sevdiğiniz objeleri, söyleşimiz için bir araya getirdik ve fotoğrafladık. Bir korku yazarı bu alanda objeler de biriktirmez mi? Sizde kurukafalar görüyorum?
“Korku yazdığımız için korkuyu aynı zamanda yaşadığımızı da düşünen pek çok okurumuz oluyor. İnsanın karakteri ile hayal gücü o kadar iç içe geçmiş bir şey değil. Sizi heyecanlandıran şeylerin tamamen başka bir düzlemde var olması mümkün.
Kurukafalara gelince ‘memento mori’ düşüncesinin yani ölümün kaçınılmazlığının her an aklımızın bir kenarında durması gerektiğini hatırlattığı için, çok klasik bir şekilde onları masamda tutuyorum.”
Bu bile korkuya yakınlığınızı hissettiriyor, masadaki zarlar için de geçerli değil mi?
“Zarlarla çevrili bir hayat yaşadığınızda şunu görüyorsunuz; ne kadar plan yaparsak yapalım, kontrollü olursak olalım yaşamın belirsizliklerini kabul etmenin bir metaforu zarlar. Şans, tevazu ve hayatın öngörülemezliğini hatırlatan semboller. Bunlar bence ‘korku’ ama aslında insanın karanlık yüzüyle ilgili meseleleri ortaya çıkarıyorlar. Ölümü bu kadar yakın hissetmek, yarının ne olacağını bilememek, edebiyatınıza da işliyor. Dolayısıyla bunlar masada duran ufak tefek objeler ama hayat felsefemize dair bir şeyler sunuyorlar. Ben, ufacık korkuları, hayata gerçekten dahil olmuş olanları da yazmayı sevdiğim için bunlara yakıştığını düşünüyorum bu karanlık bakış açısının.”
O zaman daha aydınlık bir şeye geçelim, meselâ kurmalı müzik kutusu?
“Zorba çalıyor. Yakın dostum Koray Barış İncitmez’in benim hem Zorba’nın romanını hem de filmini çok sevdiğimi bildiğinden dolayı armağanı.”
Lületaşı başlıklı obje?
“Annemle babamın bana Eskişehir’den aldıkları mektup açacağı. Yaptığım her projede müthiş destekleri vardır. Bu yüzden onları hatırlatan, masanın üzerindeki önemli objelerden biri.”
Maske?
“Kurukafalarla birlikte yok olmuş medeniyetleri hatırlatıyor. Ölümle bağlantılı olduğunu düşünerek koydum.”
Yoyolar?
“Çalışırken sırtım ve kollarım ağrımaması için arada hareket etmek zorunluluğu hissediyorum, o zaman bu yoyoları sallıyorum. Kimi zaman da onlarla oynayarak düşünüyorum.”
Dambıllar?
“Çalışmaya başlamadan önce her gün yarım saat kadar dambıl çalışırım sırt ve omuz kaslarını güçlü tutmak için.”
Nasıl yazıyorsunuz?
“Rutin çok önemli. Onu ne kadar sağlarsam o kadar verimli oluyorum. Sabahları erken kalkıp kahvaltının ardından dambıllarımla biraz çalıştıktan sonra akşam beşe altıya kadar yazabilsem de yazamasam da masamda oturuyorum.”
Aklıma Attilâ İlhan’ın her gün bir sayfa roman, beş sayfa senaryo yazması geliyor. Rutininiz hiç bozulmasın Demokan Bey.