İstanbul’a inancımız tam
Dünyanın en önemli lüks otel zincirlerinden The Peninsula Hotels’in 11’inci şubesi İstanbul’da açıldı. 85 yıllık tarihe sahip prestijli zincirin İstanbul ayağının yönetimi ise Genel Müdür Jonahtan Crook’a emanet: “Kendimi her gün daha fazla ‘Türk’ hissediyorum.”
Aslı BARIŞ
Projeye başlangıç yılı 2016, öyle değil mi? Kapıları açmak neden bu kadar uzun sürdü?
Doğru, 2016’da imzayı attık, inşaata bir sene sonra başladık. “Neden uzun sürdü” sorusunun ilk yanıtı, tüm dengeleri değiştiren pandemi süreci. Herkes karantina döneminden geçti, seyahat konusunda ciddi kısıtlamalar oldu. Bu da doğal olarak projeyi etkiledi. İkinci olarak sanırım çok titiz davrandık. Zira tarihi yarımadanın içerisindeyiz ve İstanbul’a çok değer veriyoruz. Otelimiz dört binadan oluşuyor, bunlardan üçü tarihi yapı. Eski binaların orijinaline sadık kalmaya, bunu yaparken de ortak bir dil oluşturmaya özen gösterdik. Tüm otellerimizin kendine özgü kişilikleri, tasarımları ve kültürleri vardır. Burada da bu geleneği bozmadık. İstanbul'un mirasının zenginliğini yansıtan, ama aynı zamanda günümüzün dinamizmi ve enerjisini de içinde barındıran görkemli bir otel yaratmayı hedefledik.
Peki bu eski ve yeni uyumu nasıl yakalandı?
Dediğim gibi The Peninsula Istanbul dört binadan oluşuyor ve bunların üçü tarihi yapı. İlki 1912-1914 arasında ofis binası olarak tasarlanan Merkez Han, diğeri 1937-1940 arasında inşa edilen yolcu terminali binası. Buna 1910-1911 yılları arasında yapılan Çinili Han eşlik ediyor. Buna ek olarak yeni bina var... Suyun 12 metre altına 4 binayı birbirine bağlayan bodrum katlar yaptık. Otelin iç mimarisini de Zeynep Fadıllıoğlu üstlendi. Otel, 22 kategoride 177 odadan oluşuyor. 14 Şubat’ta ‘soft-opening’i gerçekleştirdik ve konuklarımızla tanışmak istedik. Haziran’da ise tüm alanlar açılmış olacak.
Mekanın en dikkat çekici alanların başı, oldukça ferah bir atmosferi olan lobi… Diğer otel lobilerinden oldukça farklı. Dışarıdaki eşsiz manzarayı bölmemek adına mı böyle bir tasarıma gidildi?
The Peninsula otellerinin lobisi her zaman fark yaratır. Dikkat ettiğiniz üzere, girişte bir otele girmişsiniz hissiyatı veren faktörler yok. Çünkü biz misafirlerimizin her zaman kendilerini evlerinde hissetmesinden yanayız. Ve bu koşulları yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu yüzden size form uzatan, “check-out zamanınız geldi” diye telefon açan bir resepsiyon ekibi yok. Çünkü dediğim gibi burası konaklayanların evi mantalitesiyle yaratılmış bir yer. Ambiyansa gelince, lobiyi İstanbul için önemli buluşma mekanlarından bir olarak tasarladık...
Misafirlere neler sunuyorsunuz?
İçinde kendi özel havuzu, hamamı, spor salonu ve sineması olan 506 metrekarelik Peninsula Suit’imiz var. 2 bin 500 metrekare alana sahip SPA’mız mevcut. Balo salonunda 820 kişi aynı anda yemek yiyebilir, bin 300 kişi kokteyle katılabilir. Buna ek olarak, otelde iki özel konferans salonu, özel yemek ve şarap tadım alanları ve Boğaz manzaralı çiçekli bahçeler arasında çok sayıda açık hava alternatifi de yer alıyor. Peyzaj düzenlemelerini Ödüllü Peyzaj mimarı Enzo Enea yapıyor. Sanat düzenlemesinde Doğuş Grubu akademik ve sanat danışmanı Çağla Saraç’ın sorumluluğunda. Moda tasarımcısı Arzu Kapol, personelimizin üniformalarına imza attı. Nishane markasının kurucuları Mert Güzel ve Murat Katran otelimize özel koku tasarladı. Türkiye’nin ilk Michelin yıldızlı Türk şefi Fatih Tutak, The Peninsula İstanbul’un iş ortakları arasında yer alıyor.
Bu yaz çatı katında açılacak olan Gallada restoran, Fatih Tutak’ın imzasını taşıyor, malum… Bu işbirliğinde çift Michelin yıldızının bir etkisi var mı?
Aslında hayır. Grup olarak Şef Fatih Tutak ile seneler öncesine uzanan bir dostluğumuz var. Yıllar önce Hong Kong’da tanışmış ve yeteneklerinden etkilenmiştik. Birlikte çalışmak istiyorduk, böyle bir proje hep vardı, kısmet bu zamanaymış. Birlikte eşsiz bir deneyim yaşatmak istedik; Tutak’ın İpek Yolu’ndan ilham aldığını söylediği bu restoran tarihe ilk defa Türk-Asya mutfağı olarak geçecek.
2016 yılına dönersek, siz bu projeye nasıl dahil oldunuz?
1928 yılında kurulan The Peninsula Hotels, Hong Kong’daki amiral gemisi ile Şanghay, Pekin, Tokyo, New York, Chicago, Beverly Hills, Paris, Bangkok ve Manila’dan sonra İstanbul’da konumlandı, Londra ise çok yakında tamamlanacak. Ben, gruba 2000 yılında katıldım. 23 yıl boyunca çeşitli otellerimizde çeşitli pozisyonlarda hizmet verdim. Son 11 yıl boyunca New York’taki operasyonun başındaydım. Bu proje ortaya çıktığında zevkle üstlendim. Zira dünyanın iki büyük kıtasını birbirine bağlayan İstanbul, yüzyıllardır kültürlerin de buluşma noktası olarak insanlık tarihinde çok özel bir yere sahip. Ben İngiliz’im ama eşim Beliz, Türk. Yani Türk kültürüne yabancı değilim. Hatta her gün kendimi daha fazla Türk hissediyorum. Çocuklarımızın da İstanbul’da yaşaması fikri bize çok cazip geldi. Burada çok mutluyum.
Son dönemde Haliç’in sanat merkezine dönüştürülme hamlesi, Galataport’un açılışı vb gibi faktörlerin de etkisiyle tarihi yarımadaya olan ilgi yeniden arttı. Sizin bu otelden beklentileriniz neler?
The Peninsula Istanbul’un sadece İstanbul içinde değil dünya çapında dikkati çeken bir lokasyon olacağına inancım tam. Türk misafirperverliğini burada yansıtacağız ve ziyaretçilerimiz için unutulmaz bir anı oluşturmaya çalışacağız. Ayrıca yapılan yatırımlarla bu bölgenin istihdam anlamında daha da canlanacağını düşünüyorum. İstanbul, turistik anlamda COVID’ın açtığı yaraları çoktan sarmaya başladı. Ve bu kalkınma süreci devam edecek. Biz İstanbul’a inanıyoruz. Kentin siluetine daha da değer katacak bir yer yaratmak istedik, her adımımızda bunu düşündük.