'İçten olmak karakterimin temel özelliğidir'

Öykü, şiir, roman, söyleşi başta olmak üzere edebiyatın hemen her dalında eserler veren Zeynep Aliye ile yazı masası Büyükada’nın çamlar arasından deniz gören bir mevkiindeki evinde olunca, orada buluştuk.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
'İçten olmak karakterimin temel özelliğidir'

FARUK ŞÜYÜN

Zeynep Aliye; Orhan Kemal, Haldun Taner, Sabahattin Ali, Yunus Nadi Öykü ödülü gibi önemli ödüllere layık görülmüş bir yazar. Yazı masası, Büyükada’nın çamlar arasından deniz gören bir mevkiindeki evinde olunca orada buluştuk. İlk sorum da doğal olarak ada üzerine oldu: “İstanbul’un neredeyse bütün ilçelerinde oturdum. Gürültü, keşmekeş yüzünden evde, kulaklarımda tıkaçlarla yaşıyordum diyebilirim. Yani mutsuzdum. 20 yıl önceydi; kaçacak yeni bir yer ararken Ada’yla karşılaştım. İlk hoş geldin diyen, masmavi gökyüzü ve beyaz göğüslü martılardı. Büyülü bir andı o; aradığım yer işte burası dedim. Bu evin balkonuna çıkıp denize bakınca ürperdim; çocukluğumda, Samsun’daki evimizdeydim sanki… Emlakçıya ‘tamam, alıyorum’ dedim. ‘Pazarlık etmeyecek misiniz?’ sorusunu, ‘insan sevdiği şeyin pazarlığını yapar mı?’ diye cevaplamıştım. Böyle bir hareket hem kendimi hem evin ruhunu incitirdi.”

Sonra?

“İnsanın doğanın bir parçası olduğunu anlaması, kendine ulaşması için çok önemli. Bir atın kafasını omzuma dayaması, bir köpeğin yol arkadaşlığıma talip olması heyecan vericiydi. Doğayla bütünleşmemi, içsel huzuru bulmamı sağladı Büyükada. Üstümdeki cila soldu, masklardan kurtuldum. Başta ‘Prinkipo Fırtına Burcu’nda olmak üzere, yalnızca adayı anlatan ikisi öykü, ikisi de gençlik romanı olmak üzere dört kitap yazdım. Tam da Ada’nın ada olmaktan çıkıp turistik bir malzeme haline gelmesinin öncesindeydi. Ayrıca ‘Kavşakta’ adlı romanım ve ‘Fail Hem Kurban’ adlı şiir kitabım da Ada ve bu ev sayesinde yazıldılar.”

Yazı masanız niye çatı katında?

“Çünkü en meşakkatli yer orasıdır. Çatı araları evin kara kutusu gibidir; orada acı, tatlı sürprizler bekler sizi; ama önce tırmanma gücünüz, cesaretiniz ve azminiz olmalı. Genelde insan ruhunun karanlık noktalarını yazmaya çalışan biri olarak çatı katı seçimim belki böyle bir itkinin sonucudur. Çatıda hem kendi hem öteki olmayı başardığımı hissediyorum.”

Gelelim masanın hikâyesine?

“Eşimden ayrılmaya karar verince, kendime ait her şeyi bırakıp çıktım, bir daire tuttum. Benim için elbette en gerekli eşya çalışma masasıydı. 35 yılı buldu bu antika masayı alalı. Yoldaş oldu, sırtımı verdiğim dağ oldu. Bir de çalışma koltuğu alınca daktilo dışında her şey tamamlanmıştı.”

Yani masanızdaki eski model sarı daktilo:

“Bir arkadaşım; Sevinç, evindeki kullanılmayan daktiloyu vermeyi teklif etti; en yoksul, en yalnız günlerimdi.”

Masanızdan, odanızdan tıpkı benim gibi biriktirmeyi çok sevdiğinizi anlıyorum:

“Ergenlik ve gençlik dönemimde derin ruhsal acılar yaşadım. İsyan meşalem içime doğru yanıp durdu. Beni ayakta tutan, geleceğe umudumu yitirmememdi. Bu nedenle geçmişimle gururlanıyorum ve onu simgeleyen objeleri saklıyorum. Onlar eksilirse geçmişim tümden kaybolup gidecek gibi geliyor. Hep yalnız yürüyen bir insan oldum, biriktirdiklerim dışında geçmişime tanıklık eden kimse yok etrafımda. Masa lambasının üzerindeki çocukluğumdan gelen abajur meselâ. Bizim apartman kapısının üstündeydi. Anne ve babamı kaybettikten sonra o abajuru alarak çıktım evden. Ona taktığım lambayı sevdiğim arkadaşım, tiyatrocu Fatma Murat getirmişti. İki anıyı yıllardır bir arada tutuyorum.”

Nasıl çalışıyorsunuz?

“Kâğıtlar, defterlerle gezer, dikkatimi çeken şeyleri not alırım. Notlarımın bir kısmını bilgisayara geçiririm. Bakarsın bir gün, onlardan yola çıkarak bir şiir, öykü patlar. Böylesi notlar, bir gövdeye kavuşabilmek için doğru zamanı beklerler illa. Yazdıklarım hayatın ta kendisi, ama dönüştürülmesi kaydıyla. Bir öykü ya da şiiri birkaç gün içinde yazsam da olgunlaşma süreci çok uzundur. Bazıları da hiç olgunlaşmaz.”

Masadaki “sihirli” lamba ve diğerleri?

“En az 40 yıl oluyor, bir eskiciden almıştım. Bir gün mutlaka tozunu silip dileğimi fısıldayacağım.”

Atatürk?

“Benim en önemli kahramanım.”

Zeus?

“Gücüne hayran olsam da öfke duyduğum ve meydan okuduğum mitolojik tanrı.”

Kibele?

“Anadolu kültüründe baş tanrıça. Zeus’un yanına koydum senden önce Kibele var burada diye.”

Deniz yıldızı?

“Acıklı bir hikâyesi var: İskelede vapura binmek için bekliyorum, baktım bir deniz yıldızı. Aldım, sarıp sarmalayıp çantama koydum. Eve dönünce fark ettim ki can çekişiyormuş. O kadar üzüldüm ki… O, benim bilmeden işlediğim bir suçtur?”

Minyatür?

“İran’dan Fransa’ya kaçan bir yazar oraya gitmeden önce geldiği İstanbul’da armağan etmişti. Daha sonra sürgünde öldü. Onun anısı.”

Resim?

“Öğretmenlik yıllarımdan. Mehmet diye sınıf birincisi olan bir çocuğun. Yaz tatilinde denizde kalp krizi geçirmiş, yaptığı resmi çerçevelettim orada duruyor.”

Siyah taş?

“Side sahilinde bulmuştum. Mutsuz bir günümdü. Bir kuşa benzer üzerindeki figür. Bana bir işaret gibi geldi. Kendime dedim ki ‘yakında kanatlanacaksın, uçacaksın hiç korkma her şey yoluna girecek.’ O, benim uğur taşım gibi…”

Telgraf maniplesi.

“Türkiye’nin ilk telgrafçılarından çok sevdiğim bir yakınımdan. Maniple sesi bende farklı duygular uyandırıyor, özellikle şifreli bir dil olması. Ben de yazdıklarımda biraz simgesel, şifreli bir dili tercih ederim. Mutlaka her duyduğumuzun bir arka dili vardır. Bu maniple, hayatın simgelerle dolu olduğunu gösteriyor bana.”

Büyük bir içtenlikle konuştu Zeynep Aliye. Buraya sığmayacak uzun bir söyleşi oldu. Zaten daha ilk cümlesinde ne demişti?

“İçten olmak karakterimin temel özelliği.”

HAFTA