Çevirmenlik yaparken küçük bir şirket yönetiyorsunuz
Dünya klasikleri başta olmak üzere 50’nin üzerinde eseri Almancadan çevirdi. Çevirilerindeki titizlik ve hassasiyet nedeniyle 2022 Avusturya Edebi Çeviri Devlet Ödülü’ne layık görüldü. Bu hafta, Regaip Minareci’nin yazı masasındayız.
Faruk ŞÜYÜN
Pencerenin karşısındaki duvarda bembeyaz bir masa. Asla dağınık değil, üzerinde çok az obje var:
“Ancak masam boş ve düzenliyken çalışabilirim, eğer değilse, kafamın içi de karışık demektir” diyor Regaip Hanım. Almanların fazla katı, fazla kuralcı, fazla doğrucu olduğu söylenir ya! “Alman disiplini” mi? diye soruyorum:
“Ben, Almanya’da ister istemez o disiplinle büyüdüm. İşimi ve hayatımı disiplinle kurmazsam rahatsız olurum. Babam Tahir Minareci de disiplinli bir adamdı, mesleğimde de çok büyük emeği vardır. Çocukken Almanya’ya gittiğimizde Türk tarih ve edebiyatını bana ve kardeşime öğretendir. Onun da ötesinde Türkçemizi geliştirmemiz için Türkiye’den bavullar dolusu kitaplar getirtmiş, evde mutlaka Türkçe konuşmamızı şart koşmuştur.”
Münih’te tamamladığı ortaöğrenimin ardından Münih Teknik Üniversitesi’nde elektronik mühendisliği okuyor Regaip Hanım.
Türkiye’ye döndüğünde 1977’de Hürriyet’e çevirmen olarak giriyor. Editör, yazıişleri müdürü, yayın yönetmeni ve yayın koordinatörü olarak uzun yıllar farklı kuruluşlarda çalışıyor, her alanda çeviriler yapıyor. 90’larda edebiyat da çevirmeye karar veriyor:
“Edebiyat çevirisi kaynak dile de hedef dile de hakimiyet gerektirir. Çünkü bir edebiyat çevirmeni elindeki metni hedef dilde yeniden yazandır. Okuduğumuzu doğru anlamak kadar o metni hedef dile aynı incelikle ve duygularla aktarmak esastır” diye anlatıyor. Önemli olan bir diğer noktayı ise şöyle vurguluyor:
“Almanya’da lisede İngilizce ve Fransızca da okudum. Ancak, kültürünü yaşamını bilmediğim bir dilde çeviri yapmak bana gözüm bağlı yürümek gibi geliyor. Kültürünü bildiğim zaman daha keyifli ilerliyor kitaplar, içime daha çok siniyor.”
Uzun zamandır edebiyat çevirmenliğinin ana mesleği olmasından çok mutlu:
“Çevirmenlik yaparken tek başınıza küçük bir şirket yönetiyorsunuz. Haberleşmeler, sosyal ağ… Sosyal medyadan söz etmiyorum; Alman, Avusturyalı, İsviçreli yayıncılarla, editörlerle, yazarlarla geniş bir ağım var, bu da ciddi ciddi yoğun mesai gerektiriyor.”
Çalışırken çok disiplinli, 300 sayfalık bir kitabın çevirisini üç ayda bitirebiliyor:
“Kitap piyasasında bu disiplinimle dikkat çektim. Ancak şimdilerde zaman zaman sarkmalar olabiliyor, onu da itiraf etmeliyim.”
Beyaz masanın ayakları, üstündeki raflar turuncu renkte “hayatımın her anında çok renkliliği seviyorum. Odadaki kanepenin yastıkları turuncudur, masayı da ona uydurdum!”
Hemen objelere geçiyorum:
“Minik kırmızı nar, meslektaşım da olan kızımın armağanı, çok değerlidir benim için. Bardakaltı gibi el halısı ise çok sevdiğim çok değerli İranlı bir meslektaşımın hediyesi. Bunları gözümün önünde tutarım, bana uğur getirdiklerini düşünürüm.”
Çerçeve içindeki bebek, torunu. “O haline göz atarsam işlerim yolunda gider diye düşünür, ferahlar, gülümserim.”
Not kâğıtları da renkli renkli. Bir kupanın içi kalem dolu:
“Notlarımdan çok önemli olanları kırmızı ile yazarım. Kırmızı ve fosforlu sarıyı da çok kullanırım. Ajanda konusunda çok ısrarcıyımdır; cep ajandam ayrıdır bir de haftalık ajandam vardır, rengârenk yazılıdır o.”
Ekranda da gözüküyor, kitabın pdf’si varsa, fiziki kitaptan değil, ekranı ikiye bölerek oradan çalışıyor.
“70 yıl sonra kitapların telifi düşüyor, özellikle klasiklerde bir yayıncıdan sözleşme ile gelmedikleri için pdf’leri olmuyor. Rahle gibi kitaplıklarımız vardır, o kitapları oraya yerleştiriyorum” diyor.
Sağ tarafında bir not panosu, yanında duvarda bir Klimt resmi:
“Yine bir armağan, gelincik tarlası, beni çok dinlendiriyor” diyor.
Ya minik porselen demlik?
“Genç kızlığımdan kalma. Kendime bir armağanımdır. Her zaman yanımdadır, bana uğur getirmiştir diye düşünürüm. Böyle uğur inançlarım vardır.”
Tekne, bir Alman arkadaşının armağanı. Masanızdan sizi nerelere götürüyor? diye soruyorum:
“Çok yere, yeter ki inanayım. Bu meslek beni çok seyahat ettirdi, devamlı yollardayım.
Her sene bazen yılda iki defa Avrupa Çevirmenler Evi’ne (Europäisches Übersetzer Kollegium) gidiyorum. Almanya Straelen’de burası, bursla gelmiş dünyanın her yerinden arkadaşlarla bir araya geliyoruz. Oranın yönetim kadrosu çok yakın dostlarım oldu. Dönerken bana bunu armağan ettiler” diyor üzeri Almanca yazılı tabağı göstererek. Ne yazdığını soruyorum?
“Evin, sevginin olduğu yer, anıların doğduğu yer, dostlara her zaman kucak açılan yer ve seni her zaman bir gülümsemenin beklediği yerdir, diye orayı tarif ediyor, oranın benim evim olduğunu söylüyorlar.”
Yan tarafındaki diğer duvarda duran kütüphanenin üzerindekiler çocuklarının, arkadaşlarının armağanları. Turuncu renkli olanlar genç kızlık yıllarından kalmış, çiçek ekecekmiş. Anlatmaya devam ediyor:
“Solda en başta Avusturyalıların verdiği ödülün beratı. Yanında diş doktorumun torunum doğduğunda kendi ressamına benim için yaptırdığı resim: Ben ve torunum. Çiçekli kanaviçeyi çok sevdiğim bir dostum kendi işledi. Tekne, babamın hediyesi. Benim dünyayı sevmemle ilintili hem de odamın renkleriyle çok uyumlu.”
Karşı duvarda da bir resim asılı:
“O çok değerli, artık yaşamayan bir ressam arkadaşımın, Feriha’nın armağanı.”
Son sorum, niçin pencereye arkası dönük oturduğu. Masanın karşı duvara yaslı olduğu?
“Cam önünde oturursam senenin en az beş ayı, güneşin sıcağından çalışamam. Dışarıyı seyrederek çalışanlara özenirim, ama ben çalışırken önümde manzara olsa bile görmem.”
“Almanya’da lisede İngilizce ve Fransızca da okudum. Ancak, kültürünü, yaşamını bilmediğim bir dilde çeviri yapmak bana gözüm bağlı yürümek gibi geliyor.” - REGAİP MİNARECİ