Bu, bizim İstanbul’umuz!

Başrolünde Çağatay Ulusoy’un yer aldığı Netflix’in yepyeni işlerinden ‘Kübra’, seyirciyi gizemli ve heyecan dolu bir yolculuğa çıkaracak. 18 Ocak’ta tüm dünya ile aynı anda yayınlanan diziyi, yönetmen koltuğunda oturan Yağmur Taylan ve Durul Taylan anlattı…

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Bu, bizim İstanbul’umuz!

Ece Ulusum

Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanan dizinin çekimlerinin nasıl gerçekleştiğini, setin kaç gün sürdüğünü, mekan seçimlerinde nelere dikkat ettiklerini, kullanılan renk tonlarını ve çok daha fazlasını Taylan Biraderler ile konuştuk. Hepsi ve daha fazlası röportajımızda size bekliyor!

Çekeceğiniz metin elinize geldiğinde ne hissettiniz? Gözünüzde nasıl kareler canlandı?

Daha ortada senaryo falan yokken ilk biz romanı okuduk, her şey öyle başladı. Romanın hikayesi bizi çok heyecanlandırdı. Tabii hikaye içinde zorluklar barındıran bir hikaye. Dolayısıyla biraz uzun bir senaryo süreci oldu, tamamen içerisindeydik. ‘Bir senaryo geldi ve biz bunu çekiyoruz’ gibi olmadı, projeyi geliştirenlerden biriyiz. Aslında bu bütün işlerde böyle.

Gözünüzde canlandırdığınız kareleri diziye çoğunlukla yansıtabildiğinizi mi düşünüyorsunuz?

O kadar çoğunlukla hiçbir zaman olmuyor, genel olarak mesleksel ortalamaya göre düşündüğünüz zaman iyiyiz, realizasyon yüzdemiz fena değil. Zaten bizim işin zevkli tarafı da o baştaki fikir, vizyon, kafadaki bir şeyin başka bir şeye dönüşme süreci. Biz yöntem olarak o vizyonu sonuna kadar zorluyoruz. Onu başka bir şeye dönüştürme rahatlığımız var, sinemanın doğası biraz böyle. Bir senaryoyu yüzlerce kez okuyorsunuz ve ister istemez kafanızda hayali bir tip oluyor ve o da oynuyor. Sonra ona gerçek hayattan birini koyuyorsunuz, bir oynuyor… Aklına gelmeyen bir şey yapıyor, bu harika bir şey. Zaten o yüzden iyi yönetmenliğin sırrı, çok iyi bir ekip kurmak.

Bir de progresyon diye bir şey var. Her zaman yaptığınız işin nasıl olacağını kafanıza ilk geldiği anda her şeyiyle beraber anlayamıyorsunuz. O çoğu zaman bizim çalıştığımız bazı durumlarda karşı karşıya kaldığımız bir problem. Kreatif olmayan insanlar, kreatif insanların genelde gece otururken kafalarına armut düşüp her şeyi bulduklarını zannediyorlar. Öyle bir şey olmuyor. Bir sanat eserini geliştirmek için çok çalışmanız gerekiyor. Bu sadece sinema için geçerli değil, bütün sanat dalları için geçerli. Bu bir süreç, hem de uzun bir süreç. Bu kitap zannediyorum 2020’nin ortalarında çıkmıştı, biz bu kitabı 2021’in başında okuduk. Dolayısıyla 2021’den bu yana gelmiş geçmiş kaç sene… Birçok şey düşünüyorsunuz sonra o düşündüklerinizi düşünmemeye başlıyorsunuz, yanlış olduğunu düşünüyorsunuz. Ama ‘spark/ışıltı’ denilen bir şey var ve zaten o da kutsal bir şey. O seni bir şeyi yaptırmaya iten şey. Bu hikaye bize o spark’ı çok yarattı. “Türkiye’de bundan güzel bir dizi olabilir” dedik. Hikaye aynı zamanda bizce evrensel bir hikaye, başka ülkelerde de geçebilir. Romanda olduğu gibi biz dizide de bu ilerlemeyi sadece din üzerinden yapmıyoruz.

Set kaç gün sürdü?

İlk sezonda 8 bölümü 11 haftada çektik. İki buçuk üç aylık uzun bir hazırlık dönemimiz oldu. Ondan önce de 1 yıllık bir senaryo çalışması var. Baya bir uzun süren yine bir 3-4 aylık süren post-prodüksiyon süresi var tabii.

Mekanlar seçimlerini neye dayanarak yaptınız? Nasıl bir dünya oluşturmak istediniz de bu yerleri seçtiniz?

Birçok nedenden dolayı bunu tek bir mahallede çekmek istemedik. Dizide izlediğiniz Ormancılar Mahallesi aslında dört ayrı yerin birleşmesinden oluşan bir yer. Tabii biz ilk hazırlanırken birtakım kararlar aldık. Mesela İstanbul’u turistik yerlerini, çok bilinen yerlerini görmeyeceğiz diye. Maltepe’nin tepelerini kullandık, Küçüksu, Mahmutşevketpaşa, Sarıyer… Sanki İstanbul’a ilk defa geliyormuşuz gibi hazırlıkta baya bir dolaştık İstanbul’u.

Matrix’te olduğu gibi dizi soğuk renklerde, mavi bir tonun olduğu bir dünya. Neden böyle bir renk tonu kullanmayı tercih ettiniz?

Görüntü yönetmenimiz çok genç ve çok yetenekli. İleride adından çok söz ettireceğine inandığımız birisi. Bizim işte bazı söylenmeyecek şeyler var. Neticede bu bizim mesleğimizin parçası. Ama dediğiniz doğru, biraz böyle o mistik tonu tutturabileceğimiz soğuk renkler seçmeye çalıştık. Bizim en çok referans aldığımız işlerden bir tanesi Matrix. Çünkü bu  hem realist olan hem de realizmi sorgulayan bir metin. O yüzden aslında o renk seçimlerine gitmemiz biraz kendiliğinden oldu.

Yapılan bir araştırmaya göre filmlerde ülkelerden beklenen görüntülere göre izleyiciler Türkiye’deki filmlerde tarihi yerleri ve sapsarı renkleri görmek istiyor. Sizin yaklaşımınız bambaşka, tarihi ikonik bir yer yok, sarının hiçbir tonu yok neredeyse. Tercihiniz globalde karşılığını bulur mu?

İnşallah bulur. Samimiyetle şunu söyleyeyim, global izleyecek diye bir iş yapmıyoruz. Gerçekten yerel kanalda yayınlansaydı bile bizim zaten İstanbul’un dizi/filmlerdeki temsili ile ilgili eskiden beri rahatsızlığımız var. Sadece İstanbul’la ilgili değil, bence her şehirle ilgili böyle bir problem var. Biz bir turizm filmi çekmiyoruz. Biraz da şöyle demek gerekiyor: Bu bizim İstanbul’umuz… Yani bu Türkiye’de pek yapılan bir şey değil. Bizim çok taktığımız bir şey. Burada da hikaye gizemli bir yerde geçiyor, Maslak’ta, Nişantaşı’nda geçmiyor. Zaten bizim heyecanlandığımız şey de buydu. Global seyirci de sarı filtreleri yeterince gördü, belki onların da ilgisini çekecek.

Renk olayını fazla insan denemeye kalkışmadı. Deneseler böyle renkleri yapmayı, yaparlardı. Çoğu şey bizim yapmamızdan kaynaklanıyor. Kimse bize de sarı renkle çekeceksiniz demiyordu ama nedense öyle oluyor. Biz bu filmde renkten dolayı kadraja giren her nesneyi kontrol ettik, çok kafa yorduk. Artık her şey renk skalası olarak aynı şeyden çıkmış gibi.

Dizide çok yetenekli isimler bambaşka şekilde karşımızda. Çağatay Ulusoy’un karaktere nasıl bir can verdiğini ve bu diziye nasıl katkısı olduğunu sizin gözünüzden dinlemek isterim.

Çağatay gerçekten şu ana kadar çalıştığımız oyuncular içerisinde bizim en zevk aldığımız oyunculardan bir tanesi. Çok yetenekli bir oyuncu. Adeta bu işi yapmak için doğmuş. Hem yakışıklı hem çalışkan hem yetenekli, mütevazı, disiplinli… Biz onu uzaktan da takip ediyorduk. Şu sektörde, memlekette değişik bir duruş, fark yaratmaya çalışıyor. Türkiye gibi bir ülkede çok takdir edilesi bir şey. Çünkü Türkiye’de genel eğilim, “buradan biz yürürüz…” Çağatay gerçekten risk alıyor, bu rol de riskli bir rol. Umduğumuzdan da iyi çıktı Çağatay, bize çok katkı sağladı. İnsan olarak da umduğumuzdan iyi çıktı, karakteri iyi çıktı. Oyunculuk yapmak için bir karakter yapısı da lazım. Mesela çalışkanlık çok önemli bir şey, her sabah sete tam saatinde gelmek çok önemli bir şey. Personasını kendi karakterinden ayrı tutmayı çok iyi beceren birisi Çağatay. Kendine özel bir dünyası var.

Mesela bir teknik ekip var bir de oyuncular var. Sen yüzde yüz performansla o settesin fakat bir bakıyorsun birilerine yüzde yüz değil, yüzde altmış yetmiş. Bu çok üzücü bir şey. Yönetmenliğin en önemli olayı herkesin performansını maksimuma almak. Yönetmen oyuncuyu oynatmaz, oyuncu oynar. Yönetmen oyuncunun oynaması için bir ortam yaratır. Senin yönetmen olarak yapman gereken onun önünü aydınlatmak, yolunu bulmasını sağlamak.

Böyle diyorsunuz ama son zamanlarda sinema sektöründe kimi oyuncuların kurgu masasına girdiği, kurguda da yorum katmaya çalıştıkları konuşuluyor. Bu hem yönetmene hem kurgu ekibine olumsuz bir etki bence.

Kurgu bambaşka bir şey, oyuncunun hiç müdahale etmemesi gerekiyor. Walter Murch’ün meşhur bir lafı var, biz bunu denedik: “Oyuncuların bırak kurguya girmesi, kurgucuyla oyuncuların tanışması tercih edilmez.” Bazı iyi kurgucular sete gitmez. Kurgu bir yeniden yaratım, o yüzden mekanı görmez. Senaryo üç kere yazılır diye bir laf var ve bizim hayatımızda çok önemli bu. Çünkü kurgu da biz bir daha yazıyoruz senaryoyu. O yüzden de girmemesi gerekir.

Diziyi hem İngilizce alt yazılı hem de İngilizce dublajla birlikte izledim. Her iki durumda bence dizinin dünyası kayboluyor. Dil konusunda güçlü bir metni doğru yansıtamama gibi bir endişe duydunuz mu?

‘Kübra’, biraz bizim coğrafya içerisinde konuşuyor. Onu çevirmesi çok zor.

Sekiz bölümlük bir dizi... Son bölüme kadar da herhangi bir şekilde ne olduğuna dair ipucu almıyoruz. Seyirci olduğu gibi varsayımlarla baş başa kalıyor. Sekiz bölümde yedi bölüme kadar sessiz kalmak, ipucu vermemek genelde özellikle Netflix’in global yapımları için bir formül değil. Genelde seyirciye ‘ben bunu yakalamıştım’ hissini vermek için ipuçları verir. Burada o yoktu, herkesi kendiyle baş başa bıraktınız. Neden peki?

Hikaye sürprizi ile beraber hikaye. Bir de kitapla paralel gidiyor. Biz onu da denedik ama en sonunda gerçekten birçok şeyi deneyip bu yapıda karar kıldık. Hikayenin iki tarafı var. Mahalle tarafı daha çok şey anlatan bir hikaye. Öbür taraf da güzel bir hikaye ama sekiz bölümde dört o tarafı dört o tarafı anlatmak bence mantıklı değil. Bizim sormak istediğimiz soruları seyirciye sordurtan kısımlar oralar, hikayenin geçtiği zemin orası. O yüzden orayı uzatmak daha iyi olur diye düşündük.

 

HAFTA