“Bırakın konuşsun insanlar”

Kırmızı bir perde, ardında bir mikrofon ve o mikrofondan yayılan mizah… Bengi ve Sarp Apak çifti konuşmaya, içimizi dökmeye, gülmeye en fazla ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde Komedi Kulüp ile hayatımıza yeni bir renk katıyor … İkili ile buluştuk, biraz eğlence biraz mizah, gülmek ve güldürmek üzerine konuştuk. Ortak kanı: “Açık mikrofon kültürü birikmiş toplumda, bu bir ihtiyaçmış…”

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
“Bırakın konuşsun insanlar”

GÜLSEREN ÜST POLAT

Bengi ve Sarp Apak çifti bugünlerde bambaşka bir heyecan yaşıyor. The Stay grubunun yatırımı olarak Muzaffer Yıldırım’ın ortaklığında hayata geçirdikleri Komedi Kulüp’ten söz ediyorum. İşin, daha çok kreatif tarafını yöneten bu ikili aynı zamanda sahnede stand up gösterisi de yapıyor. Anlayacağınız sahne ve İstanbul eğlence dünyasına yeni bir mekan kazandırmanın heyecanını aynı anda yaşıyorlar.  

The Stay Boulevard Nişantaşı’nda misafirlerini ağırlayan mekanda, performanslar ağırlıklı olarak stand up gösterilerinden oluşuyor ama akustik konserler, caz geceleri, tiyatro oyunlarına da yer var tabii.

Sahnesi, locaları, dekorasyonu ve barıyla Avrupa’da bir kabarede ya da bir caz barda hissettiren Komedi Kulüp’te buluştuğumuz Bengi ve Sarp Apak çifti ile bu yeni mekanın ruhunu ve dilini konuştuk. Tabii, ‘Türkiye’de stand up kültürü nereye gidiyor’u sorduk ve geleceğe dair planlarını da dinledik…

Öncelikle Komedi Kulüp’ten başlayalım istiyorum. Bu mekanda sadece sahne almıyorsunuz aynı zamanda bir ortaklığınız var. Yola çıkarken eğlence ve müzik dünyasına nasıl bir mekan kazandırmaktı amaç?

BENGİ APAK: İnsanların kendini rahat hissettiği ve gelen izleyicilere alan tanıyan bir mekan olması önemliydi. Ama bir yandan da insanlar bir gece için plan yapıyor ve eş zamanlı olarak da ışığından servisine her şeyin de doğru ayarlanması lazım. Fakat genelde mekanlarda ya biri ya da diğeri olur. Ya servis tarafından sekteye uğrayan bir süreç vardır ya da çok snop’tur. O zaman da kendinizi rahat hissedemezsiniz. Biz bunun altın oranını yakalayalım istedik. Komedi Kulüp’te istediğimiz o altın oranı yakaladığımızı düşünüyoruz.   

SARP APAK: Muzaffer Yıldırım, bu fikirle ilgili kafasında çok netti. Devekuşu Kabare sonrası Yeşil Kabare jenerasyonuna denk geliyor ve bu onu çok etkileyen bir şeydi. Hem bohem hem burjuva bir tarz... Haftanın kaç günü açıksa, insanların özel bir program yapmadan dahi “akşam kulübe uğrayalım, kesin iyi bir şey vardır” dedirtecek bir mekan yaratmaktı amaç.

Daha önce sahnede olmanın bu mekanın ruhu için katkısı oldu mu peki?

S.A: Bir izleyici olarak ben çok iyi bir müşteriyimdir. Mekanın dili ne ise ben ona bırakırım kendimi. Ama herkes benim gibi değildir. Yıllarca tiyatrolar, kulüpler gezen biri de olduğum için eksiklikleri görüyorduk. Şimdi kesinlikle olmalı ya da olmamalı dediğimiz şeyleri Komedi Kulübü’nde uygulamaya çalışıyoruz. Seyirci belki net bir şekilde bu gizli kararları algılamıyor ama deneyime bakıldığında çok mutlu olduklarını görüyoruz. Bir mekanın kimliğinin oluşması çok zordur. Biz üç aylık bir mekanız ama bu bina eskiden insanların girip çıktığı, aşina olduğu bir bina. Bu kültürün etkisiyle iki adım önde başlamış da olabiliriz.

‘Ben bir mekanın müdavimi nasıl olurum’ diye düşünüp tasarlıyoruz pek çok şeyi. 

Stand up gösterisi dediğimizde aklımıza gelen, kafamızda canlanan mekan görüntüsü genelde bu değil. Burada oldukça şık ve samimi bir ortam var. İzleyici profili nasıl peki? Belli bir yaş üstünde olup stand up kültürü olmayan ve stand up seven ama Nişantaşı’na gelmeyen gençleri birleştirebiliyor musunuz bu mekanda?

S.A: Tam olarak sorduğunuz sorunun yanıtını bulmak aslında bizim buradaki görevimiz. Deneyerek de anlıyoruz bunu. Kot pantolonu, ayağında bir snekaers’ı ile genç arkadaşlar da geliyor, çok şık giyinip kuşanıp burada eğlenmeyi tercih eden gruplar da… Biz bu ikisinin kesişebileceğini gördük bu mekanda. Üç ayda algı olarak ‘Nişantaşı’nda mekan bizim üzerimizde kalır mı’ endişesinin kırıldığını görmeye başladık. Bir kültürün, dilin oluşması zaman alan bir şey; avantajlarımızı iyi kullanmamız lazım. Bir de burası insanların sosyal anksiyetesini azdırmayan, yerinizde de izole olabildiğiniz bir mekan.

B.A: Bence bir grup insanın stand up ile yolları kesişmiyordu. Yani burada oturan birinin Kadıköy’e stand up’a gitmek aklına bile gelmiyordu. Ama bir restoran, dışarı çıkma kültürü vardı hayatlarında. Yaşça da daha büyük olan insanlar için söylüyorum, ayaklarının kolay alıştığı ve daha önce denemedikleri bir şeyi yaşama fırsatını da eş zamanlı olarak bulup Komedi Kulübü’nden mutlu ayrıldılar. Mekanın mimarisinden içeriğine kadar öyle doğru bir oran tutturmuşuz ki yaş skalası da genişledi, yolu buraya düşen insanların sürekliliği de kendiliğinden sağlandı diyebiliriz. Aslında doğru yolda olduğumuzu da buradan fark ediyoruz.

Programları nasıl belirliyorsunuz peki? Bu işe girmek isteyen ama yol bulamayanlara da bu sahne açık mı?

B.A: Kesinlikle açık. Bir noktada da niyetimiz buranın bir akademi gibi olmasıydı. Kendi oyunlarını, komedyenlerini çıkarsın. Arkadaşlarımız arasında açılış için set yazanlar var. Önce bir 10 dakikalık açılış seti, sonrasında da 30 dakikalık teklisini yazacak belki. Sarp ve ben her şeyi izleriz ve hiç de fena bir algımız yoktur. Neyin çalışıp çalışmayacağını az çok anlarız. O ayın alternatif programında ilk kez sahneyi deneyecek isimleri de, rüştünü ispat etmişleri de ağırlıyoruz. Operasyonda çok güçlüyüz zaten, kreatif tarafta da birilerini desteklemekten çok keyif alıyorum. İçerik olarak da her ay daha iyiye gidiyoruz.

Komedi Kulübü için stand up ağırlıklı bir kabare dedik ama Türkiye’de stand up kültürü sizce nasıl?

S.A: Türkiye’de dipten gelen ve yavaş yavaş herkesin aşina olduğu ‘small tolk’, açık mikrofon kültürünün etkileri görülüyor. Geçmişte Ata Demirer ve Cem Yılmaz gibi binlerce kişilik salonları dolduran starlar vardı, bir de arkada kalanlar… Arası ise koskoca bir boşluk… Şimdi o ara dolmaya başladı. Stand up’ı her meslekten insan yapıyor artık. Açık mikrofon ve konuşma kültürü birikmiş bu toplumda; bu bir ihtiyaçmış…

İlk gösterimi Cem Yılmaz izledi

İşin kreatif tarafındaki Bengi ve Sarp’tan, stand up gösterisi yapan Bengi ve Sarp’a geçelim biraz da. Oyuncu olarak sahnede olmaya çok alışkınsınız elbette. Yazılmış bir şeyi oynamak ile tek başına tüm gösterinin kahramanı olmak bambaşka bir şey. Üstelik farklı nedenlerle de olsa insanları güldürebilmek gibi keyifli ama bir o kadar da zor olduğu bir alan… Bu sizin için nasıl bir deneyim?

S.A: Bu bir persona meselesi. Bana sahnede kendin ol yeter diyorlar. 25 yıllık, kendim olmayıp başkası olmak gibi bir mesleki deformasyonum var. Ama seyircinin onayı olduğu sürece stand up’ı bırakmayı düşünmüyorum. Ben her şeyden önce bir oyuncuyum ve daha iyi bir oyuncu olmak için bu sahnedeki yalnızlığı deneyimlemek bana acayip bir his verdi. Daha iyi bir oyuncu olmak adına da doğru bir yolda olduğumu düşünüyorum. Ben sahnede olmayı çok seviyorum. Tiyatro kökenli biri olarak sahnede olmayı, o perdenin açılmasını özlemişim de. Çünkü dizide bir sarmalın içine giriyorsunuz. Tuttu, tutmadı, o diziden bu diziye git. Bu sarmalın içinde kalmıştım. Eskiden şöyle bir özgüvenimiz vardı: Hiçbir şey olmasa da çıkıp bir oyun yazarız… Ama bunları zamanla kaybettiğimizi fark ettim. Şimdi stand up yazarken ve oynarken yeniden hatırlıyorum. Farklı bir sınav da veriyorum sahnede…

Sosyal medya paylaşımları, podcast’ler derken birden kendinizi stand up’çı Bengi Apak olarak sahnede buldunuz. Nasıl oldu biraz söz eder misiniz?  

B.A: Ben mümkün olduğunca yazarak bir şeyler üreten ama arka planda olan, görünmeyen bir insan olmak istiyordum hep. Kalemim kuvvetli ve sektörde yaratıcı taraf eksikti. Her şeyi de Sarp’a yazıyordum. Sahneye çıkmak gibi bir niyetim de hiç yoktu aslında. Sonunda şunu anladım: Benim kalemimden çıkan bir stand up’ı eşim dahi olsa başkasına yaptırmak hiç doğru değilmiş. Kendi mizah ve dilin sonuçta. İlk olarak bir 15 dakika kadar Uraz Kaygılaroğlu’nun mekanında yaptım. Bir seneyi geçti ve o gün bu gündür de sahnedeyim. En büyük korkum seyirci karşısına çıkmaktı ve ilk gösterimi de Cem Abi (Yılmaz) izledi. İlk kez sahneye çıkıyorum, bayılmamak için kendimi zor tutuyorum ve karşımda Cem Abi var. Bugün 35 gösteri oldu ve aslında mekan gibi biz de bir bebeğiz ve hala öğreniyoruz. 

Kendimi buldum demiyor musunuz bir yandın?

B.A: Diyorum tabii. Ben kendimi 34 yaşımda buldum. Belki 20’li yaşlarda yapabilirdim ama eminim çok hatalarım ve pişmanlıklarım da olurdu. Ama her şey zamanında oluyor. Evlilik, çocuk her biri bir şey kattı ve memnunum ulaştığım bu yerden. İyi bir dönemdeyiz gibi hissediyorum.

Cüret ile zeka karıştı

Sonuçta karşınızda duyar seviyeleri, espri anlayışları birbirinden farklı izleyici var. Ortak hedef hepsini güldürmek… Bu yönüyle mizah yapmak kendi içinde başlı başına zor. Ama Türkiye’de mizah yapmak daha mı zor? Dokunulmaması gereken alanlar çok fazla gibi… Bu, bir komedyen için de sınırlayıcı olmuyor mu?

S.A: Ben de bu konuda sizin gibi düşünüyordum ama aslında bambaşka bir atmosfer var. Herkes çok fazla sustu ve balon dolmuştu; patladı. Konuşma kültürü giderek yayılıyor. Politik iklim, toplumsal olaylar… Hepsinin birlikte getirdiği bir sonuç bu ama şuanda her şey konuşuluyor, çok açık konuşuluyor. Hatalı bir şey söylerseniz de seyirci size bedelini kesiyor. Ofansif mizah biraz yanlış anlaşıldı. İthal bir şeydi ve doğru anlaşılmamıştı. Cüret ile zeka birbirine karıştı. Kırmızı çizgileri hepimiz biliyoruz ama o kırmızı çizgilere dokunacaksanız, bu işi çok akıllıca yapmalısınız. Duygusal zeka orada başlıyor. Söylenmeyeni cüretle söylemek değil, akıllıca söyleyip ‘aaaa evet’ dedirtmek gerek. Kibar olmamayı bir persona olarak seçtiyseniz de çok çok zeki olmalısınız. Bu konu evrilecek ve bu coğrafyanın kendi diline dönecektir ofansif mizah. Konuşma kültürünü destekliyorum. Açık mikrofonlar olmalı, bırakın konuşsun insanlar, beğenmezseniz izlemezseniz, zaten kötü olan da elenecektir.

B.A: Ofansifin altında zeka olursa bir şekilde alınıyor. Ona küfür et, bunu yerden yere vur değil; altında illa bir menifestosu olmalı. Yüzde yüz zeka, yüzde yüz empati istiyor. Özellikle de duygusal zeka istiyor. Zor bir döneme denk geldiğimizi düşünüyorum ama zor dönemlerde zaten tiyatro, sinema, sanat kabarır bu sene de komedi senesi oldu. Bu kapalı alanlarda biz bize, bizim gibi komedi severlerle buluşup, olanın orada kaldığı konuşmalar yapmak evet çok açık ve sansürsüz. Hikayenin başı, sonu olmadan biri ufacık bir ses kaydı paylaşsa en büyük linçi yeme ihtimaliniz de yok değil. Bu açıdan da anksiyetik. Şakanın ne demek olduğunu, metaforun ne demek olduğunu izah ederken zorlanıp duygusallaşacağımıza, komik yerden birbirimizi tetiklemenin bence bir yolu olmalı. Ama biraz daha vakti var gibi. 

Bundan sonraki adım nedir peki sizler için?

B.A: Ben her gün düzenli yazma konusunda henüz kendini disipline edebilmiş biri değilim; önüne hedef koyup, ona ulaşıp yeni hedefler koyma kısmını da yeni yeni öğreniyorum. Daha en başında gösterimi başı ve sonu olan, reel mekanda geçen bir senaryo şeklinde yazmıştım. Dolayısıyla bunu bir noktada çekeceğim. Oyunu, oynaya oynaya, “tamam oldu” dediğimde çok da geciktirmeden çekeceğim. Bu setle helalleşmek, yeni bir şey yazmaya itecek beni. Eş zamanlı olarak da kenara yazıp attığım o kadar çok şey varmış ki. O yazıp kenara koyduğum şeyler neye ilham olacak ona bakmam gerekir. O kendini belle edecektir. Film mi olacak yoksa başka bir şeye mi evrilecek…

S.A: Ben, stand up ile sahneye geri dönmeyi öğrendim. Dolayısıyla da bırakmayacağım. Tiyatro kökenli olarak sahnede olmak üzerine eğitimler aldım ama sonra dizi ile hayatımda sıfır sahne oldu. Ben geç de büyüyen biriyim ve bazı şeyleri yeni yeni idrak ediyorum. Şimdi tek kişilik oyun yaptım, “tamam artık, adım adım ilerleyebilirim” diyorsunuz. Tam güvendiğimiz bir set olduğunda bunun belki turnesi olur, genişleterek oynayıp set kendini tamamladığında çekip, yayınlayıp daha fazla insanla buluşup yenisi yapılabilir kısmına doğru ilerliyorsunuz. En büyük hayalim ise film yazmak. Yazı ekibinde olmak istiyorum daha doğrusu. Düzenli film çıkartabilen, seyircinin beklediği bir kreatif ekibe dönüştürmek işi…

 

HAFTA