Bırakalım belki onlar kurtarır dünyayı

Gündem yoğun… Memleket meseleleri bitmiyor. Dünya ise patlarsa her şeyi yerle bir edecek bir dinamitin üzerinde gibi... Bu hareketli ve aynı zamanda kaygı verici gündemde iki gazeteci bir araya gelirse ne konuşur? Biraz siyaset, biraz felsefe, biraz da yaşam… Mesut Yar ile bugüne ve çağa dair derin mevzulara daldık.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Bırakalım belki onlar kurtarır dünyayı

GÜLSEREN ÜST POLAT

Yoğun siyasi gündemin halka, sokağa yansıdığı hareketli günler yaşıyoruz. Bu hareketliliğin ekonomiye, bir anlamda cebimize etkisini de takipteyiz tabii. Gerçi, memleket olarak alışığız “Ne olacak bu memleketin hali” demeye ama dünya genelinde de var bu “nereye gidiyoruz” hali. Bu sıcak ortamda gazeteci ve sunucu Mesut Yar ile buluştum. Gündemden uzak durmak mümkün olmadı tabi… “Ne yaşıyoruz biz” diyerek başladı sohbetimiz ve son dönemde çok konuştuğumuz Gez Z’ye kadar uzandı. Ama biryandan da hayat akıyor; işler, güçler devam ediyor. Dijital olarak yayınlanan ‘Lezzet Keşfi’ serisini, üzerinde çalıştığı kitabı ve geleceğe yönelik projeleri de es geçmedik

Ne yaşıyoruz sence şuan?  

Her şeyin birbirine girdiği, bütün kavramların iç içe geçtiği bir noktadayız. Çağ olarak böyle bir çağdan geçiyoruz. Buna şairler çağ yangını demiş, bir başkası ise çağın kendini tüketmesi, başkaları da farklı bir çağın eşiğinde durmak demiş… Biz, tam olarak bu noktadayız. Türkiye değil dünya da bu noktada. Kavramlarda o kadar farklılıklar var ki. Eskiden bir kavram tek sonuca çıkıyordu, şimdi ise bir kavram birden fazla sonuca çıkıyor. Herkesin de kendi gerçekliği içerisinde bir argümanı var. Kafamız nereye yatacak sorusuna yanıt bulamadığımız zamanlardan geçiyoruz; Araf’tayız… Ama bu mesele böyle gitmez. Çünkü her Araf’ın bir tarafı var. Ya gölgede yaşamaya karar vereceksin ya ışıkta yaşamaya. Şimdi insanlar gölgenin ve ışığın nerede olduğunu ve içinin ne ile dolduğunu öğrenmeye çalışıyor. Fakat saf bilgiye ve hakikate nasıl ulaşacağımızı şaşırdık. ‘Yöntem bilimci’ olma çağındayız artık. Biraz daha kafayı yorup o yöntemleri bulacağız.

Sevdiğimiz şeyler farklılaşıyor, baktığımız ufuk farklılaşıyor. Hal böyleyken iki yöntemimiz var. Ya dükkanı kapatıp, kendimizi içeride kilitleyeceğiz ya da dükkanı açıp vitrini renklendirmeye çalışacağız. Hangisini yapacağımız bizim tercihimiz…

Pazarda felsefe bitiyor

Ama altını çizmek lazım. Bakarak, görerek, araştırarak yani anlayarak… Öyle değil mi?

Tabi ki anlayarak… Sana kendi gerçekliğini izah edemeyen bir insanın kendisini etmesini de bekleyemezsin. O, altı boş bir izah olur. O zaman doğruya da ulaşamazsın onun bir adım sonrası olan hakikate de. Saf hakikat diye bir şey var ve bir gün insanoğlu onu bulacak. Galiba bizim kıyametimiz de o saf hakikati gördüğümüz zaman kopmuş olacak.

İşin özü, herkes kendisine saklanacak bir şemsiye altı arıyor ki çok da haklılar. Yaradılışta var bu. Kendi hayatlarının devamlılığı için hayatta kalma çabası. Tüm hayat böyle gidiyor.

Felsefeye çok daldık, oradan dışarı çıkarsak, peki…

Pazara girdiğin anda felsefe bitiyor, markete girdiğin anda felsefe bitiyor. Tamamen paralel evrene geçiyorsun orada. Oranın düşünürlerini daha yetiştiremedik (gülüyor). Eskiden birbirimizle dalga geçmek için ‘hepimiz ekonomistiz’ derdik. Şuanda ilkokul mezunu olan da rakamlar üzerinden modeller üretebiliyor kendine. İktisadi, ekonomik ve siyasi kavramların tamamen alaşağı edildiği bir dönem içindeyiz.

Nereye gider bu böyle?

Tüm dünya liderlerinin akıl zafiyeti içinde olduğu dönemler, genellikle hep dünya savaşlarından bir önceki dönem oluyor. Yaşadığım gün için beni kaygılandıran sadece budur. O da kendim adına değil. O yüzden, ders almalıyız.

Z kuşağını hafife aldık

Peki, bu Z kuşağı hakkında ne düşünüyorsun? Düne kadar kaygıyla bahsettiğimiz ama son günlerde -en azından toplumun bir kesiminin- övgüyle söz ettiği…   

Onları çok hafife aldık. Pedagoji modeli içinde bizim kuşakta baba ana unsurdur, evin direğidir. Anne evin ekonomistidir ama aynı zamanda çocukların ahlaki gelişimini sağlar. Biz öyle bir eğitim modelinden geldiğimiz için tabii ki bizim için çorabını evin salonunun ortasında bırakan kişi ‘eski tabir ile’ maganda yeni tabir ile Z kuşağıydı. Bu çocuklar bizden çok daha donanımlı bir çağda doğdular. Bu, insan iletişimi modellemesi için kötü. Şuanda anne, baba ve çocuklar aynı dili konuşmuyor. Ama iyi ki de konuşmuyorlar. Bizim gibi yaşıyor olsalardı insan türünün sonu gelirdi.

Türkiye modeline bakıp “sen ne anlarsın siyasetten” dersen, şu yönüyle doğru. Çünkü bu gençler hayatları boyunca hep aynı lider etrafından dönmüşler. Ama maçtan sıkılmışlar. Hep aynı oyuncular oynuyor. Birazcık araştırınca dünyada meselenin öyle olmadığını görüyorlar. Bir yandan da benciller. İşte o bencillik kurtaracak bu çocukları. Biz, kolektiflerin dünyayı kurtaracağına inandık ama yok öyle bir şey. Bu çocukların nihilizm, yokizm üzerinden yaptıkları her şey bana göre doğru. Z kuşağına bakıp, yeniden gözden geçirmemiz lazım. Yanlış yapan onlar mı yoksa biz mi? Cahil olan gerçekten onlar mı biz mi diye? Bak, eylem pratiğinde bizden iyiler. Sen bin beş yüz çarpanla “ya şu zamlara itiraz etsem mi” diye düşünürken onlar eylemi tamamlamış eve gelmiş oluyorlar.

Geçmişe çok mu takılı kaldık acaba?

‘Nerede o eski günler’ klişesi üzerinden bir hayat düşlüyoruz. Bizim nostalji diye romantikleştiğimiz mesele aslında geçmişe duyulan keder. Sevimli, sempatik bir tarafı da yok ayrıca. Mesela 90’ları kaybetmenin kederi içinde yaşıyoruz hala. Milenyuma geçemedik biz. Son 1,5 kuşak 90’ların içine hapsoldu. Peki, doğru mu? O son 1,5 kuşağın ürettiği tüm artı değerler, değişim, dönüşüm 90’lar içinde gerçekleşti. Ülke yine kaossa kaos, dünya yine kaossa kaos ama her türlü koşulun eşit olduğu dönemdi. İçimizdeki eller havaya duygusunu çıkarttı. “Hayata da bir kere geliyoruz. Çalışalım, kazanalım, kenara da biraz para koyalım ama eğlenelim de…” Bu, limitsiz 90’larda yaşandı. 2000’ler hayatımız için başka parametrelerle geldi. Hem Türkiye hem dünya için başka liderlerin boy gösterdiği bir dönem. Sen o başka parametrelerin içine bir çocuğu atıyorsun, bir de ona harflerle (Z) isim takıyorsun… Kabul etmek lazım ki insan evrimi, gelişimi hep ileriye dönük. Kuşaklar da ileriye doğru hareket edecek. Bırakalım, belki onlar kurtarır dünyayı.

Bence bizler her şey için şükreden bir nesiliz. Arsız olmadan fazlasını istemek çok doğal hakkımız belki ama yetinmemiz istendi hep. Belki sorunumuz buydu.

Dejavu şükrü diyebiliriz ona. Aynı şeyi yaşıyorsun ve aynı şeye şükrediyorsun. Sana bir şey bahşedilmiş onu doğru kullanmak ya da kullanmamak arasında gidip geliyorsun. Bunun için ben felsefenin, mantığın dibine dalıyorum orda da boğuluyorum artık. Onlar da benim için eski…

Öyle bir yere hapsetmişiz ki kendimizi ve o hapsin tüm parmaklıklarını da kendimiz inşa ettik. Kendi tercihlerimiz. Sonra üstüne kilidi de koyduk ve fantezi olsun diye anahtarı da uzağa fırlattık. Şimdi gel anahtar gel. E, gelmiyor işte…  

Peki, siyaset kapısını tamamen kapattın mı?

O kapıyı tamamen kapatmadım. Bağımsız siyaset yaparım. Örgütlü ya da bir partiye bağlı olmadan. Tek başına ne yapacaksın dersen… Zor ama imkansız değil.

Şimdi altına koşacağız 

Biraz gündemden kopup iş konuşalım. Mesela belgesel…

Sana daha önce konuşmamızda belgeselcilik vadetmiştim. O sözümü tuttum. Sanırım bundan sonra daha çok belgesel yaparım. Marmara Park AVM’nin çekiliş sonucunda ziyaretçilerine verdiği bir hediye olarak önüme çıkan bir işti aslında. Hediye ise benimle Beyoğlu’nda gezi yapmaktı. Şansıma da 18 yaşlarında bir kız çocuğu düştü. Her anlattığım şeyde de ağzı açık dinledi beni. O çok güzel bir iş oldu, sonrasında da AVM tarafından İstanbul’u anlattırma fikri doğdu. Biz aslında yapılmamış bir şeyi yaptık. 12-15 dakikaya İstanbul’un semtlerini sığdırdık. İnsanların ne istediğinin özünü de anladık bu süreçte.

Sonra İstanbul’un nasıl dönüştüğünü, medeniyetleri nasıl içselleştirdiğini ve bugünkü İstanbul’da o medeniyetlerin izlerinin devam ettiğini, kentin nerden nereye geldiğini anlatmaya başladık. Bu, 13 bölümlük bir işti aslında ama 100. bölümde bitecek. Biter mi yoksa başka bir şeye evrilir mi onun da tam bilemiyorum. İşi her sene başka bir şeye evirerek geliştirdik. Bir tatlar eksik kalmıştı. Şimdi ‘Mesut Yar ile Lezzet Keşfi’ ile bunu da yapıyoruz. Bronz Stevie Ödülü’ne layık görüldü ilk yıl proje. İkinci yılda da bronz aldık. Üçüncüde altına koşacağız. Bakalım…

Kaç semt gezildi?

İstanbul’un her yerini gezdik neredeyse, tüm sokaklarıyla… Çatalca’da bir mahalleye koyun beni kent rehberi gibi anlatırım insanlara…

Lezzet keşfi nasıl gidiyor?

Kore tostçusu, yanında kruvasan yapan pastane, onun yanında tekere kokoreç bağlayan bir esnaf… Ötesinde tüm hayatını Canan Karatay listeleri üzerine kurmuş bir çorbacı. Bunların hepsini görebiliyorsunuz mesela tek bir sokakta. Hepsinin bir arada olması ve hepsinin de müşterisinin olması aslında oraya gelen insan profili ve kentin profili hakkında da önemli ipuçları. Aslında lezzet keşfinden ziyade yine tamamen insan keşfi…

Nasıl vakit buluyorsun?

Vakti üçe böldüm. Ev hayatımın konforuna kimseyi dokundurmuyorum onun içine hiçbir şey giremez. İş ve evdeki iş, iş ve sokaktaki iş arasında gidip gelen bir hayat var. Doğru planlama ile hallediyorum. Tabii ki 20 yıl öncesine göre daha yoruluyorum. Kayda değer bir şeyler bırakma hissiyatı diyelim, o kesilmiyor. Beden alışmış uçlarda çalışmayı, ortayı hiç bulamadık.

Kendimle dövüşmem lazım

Peki, kitap ne oldu? Daha önce konuşmuştuk.    

O kitap öldürecek beni galiba ama olacak. Olmalı… Bitti aslında ama biraz daha dövüşmem lazım, kendimle. Zihnin altındaki kelimeler var ya onları harcamam lazım. Zihnin üstündekilerin alta inmesi lazım. Yeni metaforlar kurman lazım. Bir yerde bir anlam boşluğu buluyorum, bunun tüm anlamı kaçırdığını düşünüyorum. Ortaya çıkacaksam yeni bir şeyle çıkmam lazım. Toplumun seni koyduğu bir yer var oradan tamamen soyutlanıp edebiyatın seni var ettiği yere dönmen gerekiyor. O zaman seni önyargı ile okumazlar.

Bu nedenle şimdi değil. Bir de kendime ‘şimdi değil’ demeyi öğrenmem lazım.

Yani kitap bitti ama içinden çıkamıyorsun...

Aslında evet. Bir editörün de içinden çıkabileceğini sanmıyorum. Bir editöre teslim etmeyeceğim kitabı. Çünkü o editör seninle aynı şeyleri yaşamadığı için senin istediğin şey çıkmayacak. Kendi kitabımı editler veririm. Küçük ipuçlarını instagramda veriyorum ama şiirler ya da düz yazı ile.

Ne olacak bundan sonra?

Belgesel az kaldı. Onu bitireceğim. Önümüze bakmalı, düzgün işler yapmalı… Erken emekli olamayacağım, buna karar verdim. Gidebildiğim yere kadar gideceğim. Yoksa bu koşullarda kafayı yerim evde kalırsam. Ne oldu, ne olacak diye…

 

 

Henüz bu içeriğe yorum yapılmamış.
İlk yorum yapan olmak ister misiniz?
Yorum yapmak için tıklayınız
HAFTA