Bilbao Bayburt’a karşı
Bir yanda 1990 yılında stratejik bir planlamayla ‘sanayi kenti’ kimliğinden sıyrılıp, Guggenheim Müzesi’nin de kuvvetli etkisiyle kültür sanat, gastronomi ve turizm cenneti haline getirilen Bilbao… Diğer yanda tüm güzelliği ve yalnızlığıyla Baksı Müzesi Bayburt, Aşkale ve Erzurum…
Sibel ASNA
İspanya’nın kuzeyinde, bir dönem adını oldukça sık duyduğumuz Bask bölgesinde bir kent, Bilbao…Tarihte zengin demir madenleri, yün ticareti nedeniyle İspanya’nın varlıklı kentlerinden biri olmuş. Limanı nedeniyle yoğun bir ticari yaşama ev sahipliği yapmış bir endüstri kenti. Bugün dahi şehre girişte karşılaşılan dev rafineriler, alev kusan bacalar, madencilik nedeniyle dilim dilim kesilmiş dağlar açıkçası kent hakkında hiç de güzel duygular yaratmıyor.
Kara yoluyla kente girişte sizi karşılayan bu görüntüler bir süre sonra yerini yemyeşil dev ağaçlı ormanlara terk edince insan ister istemez durup düşünüyor. Ne olmuştu da kent aniden yeşillenmeye karar vermişti? Şehir içinde ilerledikçe karşılaşılan dev hurma ve palmiyeler, dizi dizi dizilmiş görkemli çınarlar, tatlı bir serinlik ve o da ne? Olağanüstü güçlü bir ıhlamur kokusu…
Böylece kentle ilgili ilk intibalarınız silinip gidiyor ve yerini tatlı tatlı burnunuzu okşayan ıhlamur kokuları alıyor. Nehir kıyısına iniyorsunuz ve göz alabildiğine uzanan bir yürüyüş yolu sizi ne kadar yorgun olursanız olun yürümeye davet ediyor.
Nehir boyunca adım adım şehrin içlerine doğru ilerlerken karşınıza çıkan Santiago Calatrava köprüsü size köprü mimarisinin nasıl ayrı bir sanat olabileceğini anlatıyor. O noktada ister istemez bir dönemin başarılı İTÜ rektörü Prof. Gülsün Sağlamer’i anıyorum. Yıllar önce onla birlikte İTÜ için çalıştığımız günlerde Gülsün Hoca Haliç köprüsü için dostu Calatrava’yı ikna etmişti. Üstelik İspanyol Büyükelçiliği Calatrava’nın ücretini ödemeyi de kabul etmişti… Düşünebiliyor musunuz, Haliç üzerinde dünyaca ünlü bir mimarın, Calatrava’nın bir eseri yer alacaktı! Ancak dönemin Belediye Başkanı Kadir Topbaş “köprüyü ben yapacağım” deyince bu hayaller suya düşmüştü…
Ziyaretin yüzde 60’ı yurt dışından
Neyse, dönelim konumuza: Bilbao kenti Mart 1990 yılında dört aşamalı bir stratejik planı benimsiyor; artık bir sanayi ve ETA kenti olarak anılmak istemediğini resmen ilan ediyor. Bu plana göre kent bundan böyle ulaşım, kentsel estetik gelişim, çevresel yenilenme ve kültür odaklılık için yatırım yapma taahhütü veriyor.
Ve de yapıyor… Bunun için de önüne çıkan önemli bir fırsatı kaçırmıyor. Ünlü New York Guggenheim müzesi, koleksiyonunda yer alıp yersizlik nedeniyle depolarında kalmaya mahkum olan eserler için Avrupa’da yeni bir yer arayışına giriyor. Her ne kadar Venedik’teki Peggy Guggenheim Müzesi Avrupa’daki önemli bir merkezi olsa da bu durum onlara yetmiyor, daha geniş bir yere ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar. Bilbao için bulunmaz bir fırsat olarak görülen bu durumu değerlendiren kent, müze binası için 1993 yılında Frank Gehry ile anlaşıyor.1997 yılında tamamlanan bina 20.yüzyılın çağdaş mimari örnekleri arasında yerini alıyor. Açılışta yıllık 600 bin olarak hedeflenen ziyaretçi sayısı artık milyonu geçmiş olup bunun %60’ kadarının da yurt dışından olduğu ifade ediliyor. Tüm bu ziyaretçilerin kente bıraktıkları finansal değeri tahmin etmek zor olmasa gerek.
Kentin sembolü olan müze
Nervion nehrinin kenarında, uzaktan bakınca bir gemiyi andıran, maden şehri Bilbao ile uyumlu titanyum kaplı 11 bin m2’lik görkemli bina şehrin sembolü haline gelmiş durumda. Böylece Guggenheim’ın depolarına mahkum kalmış onlarca muhteşem eser de kendilerine çok yakışan bir binaya kavuşuyorlar. Girişte sizi karşılayan Jeff Koons’un çiçek kaplı dev terrier yavrusu köpek heykeli ‘The Puppy’, sahilde görkemli bir şekilde bekleyen Louise Bourgeois ‘nın dev örümcek heykeli ‘Maman’ müzede sizi nelerin karşılayacağının habercisi oluyor.
Müzede kimler yok ki? Anish Kapoor,Fujiko Nakaya,Daniel Beren,Richard Serra,Jennifer Holzer,Eduardo Chillida,Gerhard Richter,Anselm Kiefer,Yves Klein,Andy Warhol ve daha niceleri…
Bütün bir gününüzü büyük bir keyifle müzede geçirebiliyor, bistrosunda cava’nızı içiyor, ruhunuzu, gönlünüzü ve midenizi müthiş bir doygunluğa kavuşturabildiğiniz bir mekan Guggenheim Müzesi.
Bilbao kenti aldığı stratejik kararı sadece Guggenheim ile de sınırlamıyor… Ağaçlı yürüyüş yolları, restore edilen tarihi binalar, çevreye serpiştirilen ışıklı heykeller çoğaldıkça çoğalıyor. Kentin tarihinde önemli bir yeri olan ve işlevini yitiren 1909 ‘a tarihlenen ‘La Alhondiga’ şaraphane binası çağdaş çizgilerle donanmış bir kent kültür merkezine dönüşüyor. Ve iç tasarımı için kimi çağırıyorlar dersiniz? Philippe Starck’ı…
Tabii ki siz çağdaş sanat ve mimari meraklısı biri iseniz ne yapıp edip o binayı da görmeye gidiyorsunuz. Dev bir kütüphane, ücretsiz internet veren bir çalışma alanı, bir kapalı yüzme havuzu, kocaman bir oditoryum, yüksek tavanlı geniş bir sergi mekanı, şık bir bistro ve cafe, buyrun size çok para harcamadan gününüzü geçirebileceğiniz, göz görgünüzü geliştirebileceğiniz bir mekan daha.
Bask mimarisinin oldukça yüklü süslemelerini sadeleştiren yeni parklar, çağdaş binalar sanki tümüyle bu kent stratejisinin bir ürünü. Kente genel olarak bakınca belli bir yıla kadar hesapsızca, estetik kaygısı gütmeden almış başını gitmiş, böylece de oldukça çirkin yerleşim alanları gelişmiş. Ancak belli bir tarihten sonra yapılan binalarda belli bir üslup, yerel özellik olan demir işleme, renk ve ahenk birlikteliği görmek mümkün.
İki milyon turistle servet artıyor
Tabii en çok önem verdikleri unsurlardan biri ise gastronomi. Sanatın önemli bir boyutu olan gastronomi yani yeme içme sanatının keyfini ve kalitesini her adım başında görmeniz mümkün. Nefis Rioja şarapları, Cava’lar,çeşit çeşit kokteyller, küçük meze porsiyonları ve tıklım tıklım dolu çeşitli kültürlerin yeme içme mekanları... İnsanın sanatla, kaliteli gastronomi ile doyabileceği, dünün hiç de ilginç olmayan kenti Bilbao ve Guggenheim Müzesi şimdi yılda yaklaşık 2 milyon turisti ağırlayarak servetine servet katıyor, Avrupa'nın en yüksek GDP’sine sahip şehri olmakla övünüp duruyor…
Bütün bunları görünce insan ister istemez vatanına dönüp bakıyor. Çok yakın bir geçmişte ziyaret ettiğimiz Baksı Müzesini, Bayburt , Aşkale ve Erzurum’u düşünüyorum. Elimizde gerçekten olağanüstü doğal zenginliği, gerek mimarisi gerek koleksiyonu ve yarattığı kalkınmacı etkinliklerle bir Baksı Müzesi var. Çoruh’a tepeden bakan, kıvrıla kıvrıla uzanan dünya güzeli, pırıl pırıl bir Çoruh.
Peki sonrasında ne görüyoruz? Baksı’dan Erzurum’a uzanan çimento tesisleri, maden ocakları, çarpık yapılaşma ile çirkinleştirilmiş bir yol. Bu yolun daha estetik, göz okşayıcı bir görünüme kavuşturulması çok mu zor?
Başka ne var? Gayet tutucu bir Bayburt ve Erzurum. Müzeye sahip çıkmayan, kötülemek için fırsat kollayan civar köyleri. Müzede çalışacak kimsenin bulunmadığı, yolunun yapılması için Cumhurbaşkanı ziyaretine mahkum olunduğu, doğru dürüst yemek yenecek yerlerin olmadığı, içkinin adının bile anılmadığı, toplu taşıma, özel shuttle gibi hizmetlerin düşünülmediği bir çevrede tek başına Baksı Müzesi bir çekim merkezi yaratabilir mi? Acaba Bayburt, Erzurum Belediye başkanlarını, valilerini Bilbao'ya götürsek bir işe yarar mı?