‘’Beraber yaratmak çok kutsal’’
Funda Eryiğit ve Mehmet Günsür başrolde oldukları yeni film Kül ile karşımızda. Bir kitaba kapılarak kendine yeni bir hikaye yaratan bir kadının öyküsünü başrol oyuncuları ile konuştuk.
Ece ULUSUM
Hayatınızın tekdüze olduğu gerçeğiyle nasıl yüzleşir ve tekdüzelikten nasıl kaçarsınız? Üzerine düşündükçe rahatsız edici olmaya başlayan bu soru, Netflix’in yeni filmi Kül ile karşımıza çıkıyor. Başrollerinde Funda Eryiğit, Alperen Duymaz ve Mehmet Günsür’e yer veren ve bugün gösterime giren filmi Kül’ün yönetmen koltuğunda Erdem Tepegöz oturuyor.
Filmin konusu şöyle: Gökçe (Funda Eryiğit), eşi Kenan (Mehmet Günsür)’ın sahip olduğu yayınevine gönderilen kitaplardan biri olan Kül’ü keşfettiği andan itibaren bu büyülü hikayenin peşine düşüyor ve kendisini gizemli bir adamla (Alperen Duymaz) fırtınalı bir ilişkinin ortasında buluyor. İlk bakışta entrikalı bir aşk hikayesi gibi görünse de, etik değerler, annelik, yayıncılık, varoluşsal paradokslar üzerine izleyiciyi düşündüren bir yapım. Filmi her izlendiğinizde mekan seçimlerinden müziklere, renk dünyasından kamera açılarına birçok detay yakalıyorsunuz.
Filme dair set deneyimleri ve karakterleri hakkında detayların yanı sıra birçok konuyu sevgili Mehmet Günsür ve Funda Eryiğit ile konuştuk. Merak etmeyin spoiler yok!
Kül etkileyici bir yapım. Senaryoyu ilk okuduğunuzda canlandırdığınız karakterle özdeşleştirdiğiniz yanınız oldu mu?
Mehmet Günsür: Evet, Kül bence de etkileyici bir yapım oldu. Senaryoyu okurken bana teklif edilen karakteri zaten biliyordum dolayısıyla otomatik bir süreç o, yani okurken, bir yandan kafada bir prodüksiyon ofisi var ve o çalışmaya başlıyor. Otomatik olarak bir şekilde kendini özdeşleştiriyorsun ama hani benzer taraflarımız var mı? Çok fazla benzer taraflarımız yok ama bu onu anlayamayacağım anlamına da gelmiyor tabii ki.
Kül kelimesine edebiyat çok anlamlar yükler. Yanan bir aşktan geriye kalan tortu olarak tanımlanıyor. Çokça da deyim var. Kül kelimesinin sizde canlandırdığı duygular ya da kavramlar nedir?
Funda Eryiğit: Bana yeniliği çağrıştırıyor. Hem bir şeyin yanıp küle dönmesi, o şeyin yeni bir varyasyonu gibi, hem de yok olmanın ardından yeni bir şey canlanmasını çağrıştırıyor
M.G.: Kül kelimesi bende genelde pagan birtakım durumları çağrıştırıyor bilmiyorum neden. Yani odun ateşi, odun külü işte külün birtakım tedavilerde kullanılması işte hani “kocakarı ilacı” dediğimiz aslında doğa ile yakın olduğumuz dönemlerden gelen unuttuğumuz bir bilgi sadece. Kül bir sürü şeyde kullanılıyor ve eski kültürlerden gelen bir şey bu yani temizlikten tutunda tedaviye kadar. Aynı zamanda kül, yakılmış bitmiş bir şeyin külü. Yani bir bitiş ve yeni bir başlangıç var külde. Bana verdiği hissiyat her zaman güzel, kül kaybedilmiş bir bilgi parçası gibi.
Funda Hanım, karşınızda başarılı oyuncular var. Ama yapım çoğunlukla siz ve kitap arasında geçiyor. Tek başına olduğunuz epey sekans var. Bir kitabı okuyan oyuncuyu seslendirme olsa dahi izlemek bir noktada sıkıcı olabilir. Ama burada mimikleriniz, bakışlarınız, okurken etrafınızda olanlarla bedensel iletişiminiz izleyene geçiyor. Bu role hazırlanırken kitap okurken nasıl göründüğünüze dair düşündünüz mü? Okur yanınızla ilgili kendinize dair neler keşfettiniz?
F.E.: Nasıl göründüğüme dair düşünmedim açıkçası. Yönetmenimiz Erdem’le birlikte nasıl duyulduğu üzerine yoğunlaştık, yönlendirmeyi o yaptı elbette. Sette oynarken okudum, orada anın içinde içe dönük bir okuma versiyonu çıktı ve Erdem’in çok hoşuna gitti. Set sonrası da yine okumalar için kayda girdik ve birkaç farklı versiyon aldık. Kendime dair keşiften çok oyunculuğa dair yeni bir keşif alanı oldu benim için. Çünkü hem seslendirme gibi olmaması gerekiyordu, okuma gibi olmalıydı. Hem de okumanın seyirci için anlaşılır olması ve tekdüze olmaması gerekiyordu. Aralarda dolanmaya çalıştık.
Mehmet Bey, sizi sıklıkla, entelektüel, kitap okuyan ve etrafına bilgiler veren karizmatik-yakışıklı karakterlerde görüyoruz. Rol aldığınız bir tarihi yapımda bile benzer özellikleri olan karakteri canlandırdınız. Burada da bir kitabevi sahibi olarak görüyoruz. Sizce bu tarz kesişen özellikleri olan karakterlerin size yakıştırılmasının altında ne var?
M.G.: Aslında bilmiyorum yani ne var temelinde. Gerçekten bilmiyorum, yani bana o rolleri layık gören insanlara sormak lazım. Bazen riske girmemek de olabiliyor, mesela bir yapımcı daha önce benim oynadığım bir karakterin ekranda çalıştığını düşünürse tekrar öyle bir karakter okuduğunda aklına ben geliyorum. Ama tabi benim işim her şeyi oynamak. Bu arada şanslıyım, çok farklı karakterleri de oynadım aslında. Şimdi plastik makyaj da çok gelişti o yüzden artık daha da az fiziksel sınır var bence.
‘İtalyanca dublajımı izledim'
Yapımda tutkulu aşk var. Ama sınıfsal bir fark da var. İzlerken günümüze sokak arasında bir marangoz ile geliri yüksek bir kadının aşkını yaşayıp yaşayamayacağı üzerine epey düşündüm. Siz ne dersiniz?
F.E.: Hayat… Her şey olabilir. Üzerine düşünülebilecek ama cevap bulunamayacak bir soru bence.
M.G.: Filmde, iki aşık arasında sınıfsal bir fark var ama bu bir şeyler yaşamalarına engel değil. Tutku böyle bir şey işte. Tabi ki çok mümkün. Bazen hiç düşünmediğin birinin sana dokunuşu bile yeniden doğmana sebep olabiliyor.
Filminiz birçok ülkede gösterime girecek. İtalya’da da. Dublajı olan dillerden biri de İtalyanca. Dublajlı versiyonunu izleme fırsatı yakaladınız mı? Nasıl buldunuz? Ben karakterinize biraz daha gergin bir ruh eklediği hissine kapıldım.
M.G.: Evet, İtalyanca dublajımı dinledim. Biraz yüksek frekansta bir ses o yüzden belki söylediğin gibi gerginlik hissi veriyor olabilir. Gerçek sesimi bilenler altyazıyla izleyecektir.
Sizi etkileyen, tanışmak istediğiniz ya da belki de aşık olduğunuz bir roman karakteri oldu mu hiç?
F.E.: Şvayk karakteri. Jaroslav Hasek’in Aslan Asker Şvayk romanının kahramanı. Komik bir anti kahraman. Bayılıyorum. Konservatuara giriş sınavında komedi parçası olarak Brecht versiyonunu oynamıştım.
M.G.: Okuduğum ilk romandan itibaren tanışmak istediğim çok roman karakteri oldu. Mesela, Jules Verne’in Denizler Altında 20 Bin Fersah’taki kaptan Nemo’su, Ursula Le Guin'in Yerdeniz Büyücüsü Ged, Bladerunner’ın Deckard’ı, Peter Parker. Okuduğum, seyrettiğim her hikayede mutlaka oldu.
İnsanın varoluşsal sancıları bazı sabahlar ortaya çıkar. Neden varız, ne yapıyoruz… Ama esas sorum kendinizi hiç bu dünyaya ait olmadığınızı hissettiğiniz oluyor mu?
M.G.: Evet kendini bu dünyaya ait hissetmeme hissi, dünyanın geldiği bu son dönemlerde, birçok insan için daha da etkin. Ama ben kendimi bu dünyaya gayet ait hissediyorum, olan birtakım şeyler bana bu dünyaya ait değilmiş gibi geliyor yani yanlış şeyler oluyor. Bu, bazen söylediğinin tam tersi de olabiliyor, yani insanlar yanlış şeyleri görünce, aidiyet duygusuyla harekete geçiyor ve bir misyon oluşuyor mesela. Ben insanoğluna uzun vadede güveniyorum galiba.
F.E.: Ben de olmadı. En yabancı hissettiğim zamanda bile bu dünyaya ait duygulardı yaşadıklarım. Varoluşsal sancıları da uzun zamandır yaşamıyorum, varoluşumla ilgili sorgulamalar biraz geride kaldı benim için. Bu hayatta ne yapıyorsak, neyle meşgulsek o yüzden varız işte, basitleşti benim için bazı cevaplar. O yüzden yaşanan en ekstrem duygular, düşünceler de insana dair, dolayısıyla bu dünyaya ait.
‘Çalıştığın herkesin özünü görüyorsun’
Set süresince birçok hatıra birikmiştir, bir bağ kurulmuştur. Birbirinizden öğrendiğiniz ne oldu? İlla oyunculukla ilgili düşünmeyin. Bir kitap önerisi, bir yemek tekniği, bir tavır gibi her şey olabilir.
M.G.: Set süresince tabii ki çok kuvvetli bağlar kuruldu Alperen ve Funda ile daha önce tanışmıyordum bu proje sayesinde tanıştım, ikisini de çok sevdim. Onlarla çalışmak, mesleğe bakış açımızın benzer olması sebebiyle de çok keyifliydi. Hepimiz elimizden gelenin en iyisini yapmak üzerine bir konsantrasyon içinde, birbirimizi kolluyorduk, neredeyse sadece hikayeyle ilgili, karakterlerle ilgili konuşuyorduk. Erdem’le de ilk defa tanıştım. Onun sinema aşkı beni çok etkiledi mesela. Beraber yaratmak çok kutsal, çalıştığın herkesin özünü görebiliyorsun.