Beni bilgisayardan uzak bırak, kurdeşen dökerim!
Prof. Dr. Selçuk Erez Türkiye'nin en tanınmış kadın-doğum uzmanlarından. Onlarca yıldır binlerce hastasının derdine deva olurken edebiyatçı, gazeteci, tarihçi kimlikleriyle de ruhları beslemek için yazıyor.
FARUK ŞÜYÜN
Bizim mesleğimizden birisi; bir edebiyatçı, bir gazeteci doğum yaptırabilir mi? Elbette hayır. Ama doktorlar, mesleklerinin yanı sıra bir edebiyatçı, bir müzisyen, bir ressam yani edebiyat veya güzel sanatlarla uğraşan isimler olarak da karşımıza çıkabiliyorlar. Prof. Dr. Selçuk Erez de onlardan biri; Türkiye'nin en tanınmış kadın-doğum uzmanlarından. 62 yıllık hekim. Onlarca yıldır binlerce hastasının derdine deva olurken edebiyatçı, gazeteci, tarihçi kimlikleriyle de ruhları beslemek için yazıyor, ilginç bilgileri farklı türlerdeki eserlerinde anlatıyor.
Halil Tekiner onun için yazdığı makalede “Selçuk Erez ünlü Grek hekim Pedanius Dioskorides’ten farmakognozi profesörü Turhan Baytop’a, ginseng ’den minoksidil’e, Salvador Dali’nin kadüselerinden eczacı mezar taşlarına kadar uzanan zengin bir tıp ve eczacılık birikimini yansıttığı roman, öykü ve gazete yazılarıyla Türk edebiyatında özel bir yere sahiptir” diyor.
O, birbirinden değerli nice doktorlar yetiştirmiş bir hoca… Hayat hikâyesine baktığımızda onu sıkı bir örgütçü olarak da görüyoruz… Son kitabı ‘Eylemlerde Çocuklar Gibi Şendik’ geçtiğimiz aylarda Oğlak Yayınları’ndan çıktı. Selçuk Erez kurguyla tanıklıkların iç içe geçtiği bu kitabında hem ‘eylemci’liğin yol haritasını çiziyor hem de Türkiye’nin yakın dönem eylemlerinden örnekler aktarıyor.
Selçuk Bey’le AKM hizasında, Taksim’e bakan muayenehanesinde yazı masasının başında buluşuyoruz. Çocukluğu da Taksim’de geçmiş. Ama o zamanlar, Sular İdaresi’nin bulunduğu taraftaymışlar:
“Divan Oteli’nin karşı sırasında küçük bir dairede oturuyorduk. Babam Ord. Prof. Naşid Erez, İstanbul Üniversitesi 2. Kadın-Doğum kürsüsü kurucusuydu ve kadın doğum hocasıydı. Dairenin bir kısmını muayenehane olarak kullanıyordu. Oradan buraya taşınmamızın nedenlerinden birisi Cumhuriyet Bayramı resmigeçitlerini kendi penceremizden seyredebilme arzumuzdu. Törenleri, babamın bir arkadaşının alana bakan penceresinden büyük bir heyecanla, coşkuyla seyrederdik. Sonra bu eve geçince kendi penceremizden izlemeye başladık. Aradan geçen uzun yıllar içinde bu pencereler Taksim’de o kadar üzücü şeyler gördü ki!..”
Aile yadigârı olduğu hemen belli olan yazı masasından söz etmesini rica ediyorum:
“Babamdan bana intikal eden şeylerden birisi de bu yazı masası. Üzerinde büyükbabamın zamanından kalma benim de bir dönem kullandığım bu daktilo duruyor. Hâlâ çalışıyor, ama kullanmıyorum.”
Bilgisayar masada çoktan yerini almış:
“Yıllardır kitaplarımı bilgisayarda yazıyor, hastalarımla onun üzerinden konuşuyorum. Corona zamanı Bilgi Üniversitesi’ndeki yaratıcılık derslerimi Zoom’dan verdim. Derslerimi bilgisayarda hazırlıyorum, anlattığım şey ne? Yaratıcılık… Değişik konular da anlatmam lazım. Sadece edebiyatta resimde değil, örneğin politika da… Devamlı bir şeyler okumam, çok değişik kaynaklardan malzeme toplamam ve derse katmam gerekiyor. Bilgisayar, dünyayla irtibatıma da yarıyor. Beni ondan uzak bırak, kurdeşen dökerim, yani hasta olurum; her gün üç dört saat kullanmak zorundayım. Bilgisayarın yokluğunda herhalde pek yaşamam, körelir giderdim!”
Oda fotoğraflar ve heykellerle dolu: Annesinin resmi, babasının büstü, onun altında babasının gençlik fotoğrafı, kızlarının, torunlarının fotoğrafları sadece birkaçı… Fotoğraflardan birisinde iyi ahbaplarından birisi olan Haldun Taner var. “Haldun Taner jürisindeydim, her sene yarışmaya giren öyküleri atmadım, sakladım ve ciltlettim” diyor. Duvardaki kütüphanenin bir rafı onlara ait. Hemen ötesinde sokakta koku satanların kullandığı artık tarih olmuş bir kutu, içinde çeşit çeşit kokular… Babasına verilmiş çok güzel bir aslan heykeli de raflarda yerini almış.
Naşid Bey’in gençlik hali kedisi ile... İlk kadın ressamlarımızdan Belkıs Mustafa’nın çizgileriyle yine babası:
“Büyükbabamı fotoğrafında göğsünde bir madalya ile görüyoruz. Her Osmanlı paşası gibi bir süre madalyası varmış, ancak Harp Okulu’nda öğrenciyken katıldığı Plevne Harbi’nde aldığı madalya ile dolaşırmış!”
Büyükbabasını tanımamış, ama babaannesi onun çok yakışıklı olduğunu anlatır, “ata binip giderken arkasından bıyıkları görünürdü” dermiş. Hakikaten siluetini taşıyan bıyıkları var paşa dedesinin.
Duvardaki fotoğraflardan birinde Lozan Konferansı’nda İnönü ve Türk heyetini görüyoruz. Arkada ayakta duranlar arasında babası da var. Lozan’da talebe iken çekilmiş.
Pencerenin önündeki paravan babadan kalma, eski evden gelmiş. Duvarda asılı duran, babasının merasim kılıcı… Kurmalı bir saat asılı, zembereği bozulmuş “tamircisi Topkapı Sarayı’nda!” diyor.
Masanın üzerinde birer heykeli andıran elde yapılmış bir marangoz rendesi ile bir su terazisi; yanlarındaki kadın büstünü ikinci kızı yapmış. Dört kızı var: İlki Yeşim, ikincisi Oya, üçüncüsü Esin, dördüncüsü Elif:
“Elif hariç hepsi Türkçe isimler, Elif Arap alfabesinin ilk harfi, ama bugün çok kullanılıyor, artık Türkçeleşti.”
Yine masada madalyayı andıran plakete benzeyen iki obje duruyor:
“Bunlar, ihtisasımın ilk yıllarında buradan kalkıp Amerika’ya giderek Columbia Üniversitesi Presbyterian Tıp Merkezi’nde Kadın-Doğum ihtisasımı bitirdiğim zaman verilen plaketler.”
Selçuk Erez’le sohbetimiz hiç bitmesin istedim. Odadakilerin ancak bir kısmını burada anlatabildim. Onun anlattığı birçok şey için yerim, anlatacaklarını dinlemek için de zamanım yetmedi. Yeniden buluşmak üzere iyi ki varsınız Selçuk Erez…