Amerikan rüyasının sert gerçekleri

Yönetmen Bradley Corbet’in iddialı filmi Brutalist, Holokost’tan sağ kurtulan Macar mimar Laszló Tóth’un göçle başlayan hikayesini merkeze alıyor. Adrien Brody’nin canlandırdığı Tóth, sadece yetenekleriyle var olmaya çalışan bir mimar değil, aynı zamanda göçmenliğin zorluklarıyla yüzleşen bir adam.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Amerikan rüyasının sert gerçekleri

Canan Demiray

Michael Haneke’nin Funny Games’inde ve Lars Von Trier’in Melancholia’sında oyuncu olarak izlediğimiz Brady Corbet, 37 yaşında yönetmen olarak üçüncü uzun metrajlı filmiyle adından uzun süre söz ettirecek. En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu dahil olmak üzere on dalda Oscar’a aday gösterildi ve bu ödüllerden bir çoğunu da alacak gibi görünüyor. Corbet’nin, eşi ve yaratıcı partneri Mona Fastvold ile yedi yılda tamamladığı film, CGI kullanılmadan, 11 milyon dolarlık mütevazı bir bütçeyle hayata geçirildi. İkilinin kaleme aldığı senaryo, kapitalizme yönelik eleştirilerin yanı sıra göçmenlik, aidiyet, sınıfsal eşitsizlik, ırkçılık, bağımlılık ve şiddet gibi konulara da önemli sorular soran, çok katmanlı bir anlatıya sahip.

Film, bir sanatçının yaratım sürecinde karşılaştığı zorlukları, kapitalizmin sanata olan etkisini ve Amerikan Rüyası’nın gerçek yüzünü sert bir dille ele alıyor. Macaristan’da çekilen sahneleri ve mimari etkileriyle dikkat çeken yapım, Macar mimar Marcel Breuer’in hayatına odaklanıyor. 

 

Vaatler yanılsamaya dönüşünce

1947, Ellis Adası, yeni dünyaya adım atacak mültecileri Özgürlük Heykeli’nin karşıladığı yer. İşte László Tóth da burada gemiden inerek rüyaya adım atar. Ancak Özgürlük Heykeli’ni ters çevrilmiş görüyoruz; bu, hem Amerikan Rüyası’nın çarpıklığını hem de Tóth’un yeni dünyaya karşı duyduğu karmaşık hisleri simgeliyor.

Buradan László, Philadelphia’daki kuzeni Attila’nın yanına sığınır. Attila, sistem tarafından kabul görmek için Yahudi kimliğini geride bırakmış ve Hristiyan bir kadınla evlenmiştir. Göçmenliğin zorlukları ve antisemitizmin belirgin olduğu bu dönemde, Bauhaus ekolünden gelen ve savaş öncesinde ülkesinde saygın bir mimar olan László, kuzeninin mobilya dükkanının deposunda kalırken bir an önce hayatını kurup eşi Erzsébet ve yeğenini yanına almanın yollarını arar. Ancak hayal ettiğinden çok farklı bir Amerika ile karşılaşır; Budapeşte’deki itibarı burada hiçbir anlam ifade etmez ve Amerika’da onu bekleyen vaatleri hızla bir yanılsamaya dönüşür. Bir sanatçı olarak var olma çabası, yeni dünyada kabul görmeyen tasarımlarıyla daha da zorlaşır.

Kuzeninin misafirperverliğinin tatsız bir olayın ardından sona ermesinin sonrasında László zengin hayırsever Harrison Lee Van Buren ile tanışır ve kaderini değiştirir.  Pennsylvania'nın Doylestown bölgesinde, Van Buren, annesinin anısını yaşatmak adına ona bir toplum merkezi tasarlama fırsatı sunar. Ancak bu teklifle birlikte Laszló, sanatsal vizyonunu sınayan ve onu manipüle eden bir gücün etkisi altına girer.

Van Buren yaratıcı içgüdüden yoksun ancak zengin ve kibirli bir adamdır. Sanatı bizzat üretmek yerine satın alarak sanatçıyı kendine bağımlı kılar.  Bir yandan yaşadığı travmatik olaylar, diğer yandan da vizyonunu gerçekleştirme arzusu László’yu bu adamla ilişkisinde derin bir çıkmaza sokar.

Travmalarla dolu karakterler

Bu yıl Golden Globe'da en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanan Adrien Brody, The Pianist’te Oscar kazandığı rolünden sonra bir kez daha derin travmalarla yoğrulmuş bir karakterin iç dünyasını muazzam bir şekilde perdeye taşıyor. Macar asıllı oyuncu için ailesinin göçmenlik hikayesi de bu rolle kurduğu bağda önemli bir etken olmuş. Brody’nin karşısında, Guy Pearce manipülatif ve tehditkar Van Buren rolüyle etkileyici bir performans sergiliyor. Felicity Jones ise Erzsébet rolünde başarılı bir oyunculuk ortaya koysa da karakteri hikaye içinde yeterince derinleşmiyor.

Görüntü yönetmeni Lol Crawley, Brutalist’i 70mm VistaVision formatında çekerek olağanüstü bir görsellik sunuyor. Laszló’nun mimari eserleri, hem anlatının temel taşlarından biri hem de güçlü metaforlar olarak kullanılıyor. Daniel Blumberg’ün orijinal müzikleri ise bu çarpıcı sinematografiyi daha da etkileyici hale getiriyor.

Brutalizm sert ama anıtsal

Yönetmen Brady Corbet, The Brutalist’te brutalist mimariyi seçmelerinin sebebini, savaş sonrası psikolojinin ve mimarinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasıyla açıklıyor: “Bizim için savaş sonrası psikoloji ve savaş sonrası mimari—brutalizm de dahil—birbirine bağlı kavramlar. Filmde, László Tóth’un inşa ettiği Enstitü, onun 30 yıllık travmasının ve iki dünya savaşının yarattığı etkilerin somut bir yansıması.” Corbet ayrıca brutalizmin sert, anıtsal ve zamanla anlam kazanan yapısını göçmen deneyimiyle de paralel görüyor: “Brutalizm sert olabilir ama aynı zamanda anıtsaldır bir yandan sevilen, bir yandan nefret edilen, insanların hemen anlayamadığı, zamanla şekillenen yapılar… Bu benim için göçmen deneyimiyle örtüşüyor. Brutalist mimariyi tasarlayanların çoğu da göçmendi; bu devasa yapılar görülmek istiyor ama onları inşa edenler, var olma hakları için mücadele ediyordu.”

 

 

 

HAFTA