Türkiye ekonomisi yüksek büyüme potansiyeline sahip
Çoğunluğu gelişmiş ekonomilerden oluşan OECD üyeleri arasında az sayıdaki gelişmiş ekonomiden biri olan Türkiye’nin performansı, geçen 60 yılı aşkın dönemde inişli-çıkışlı bir seyir izlemiş.
Hakan YURDAKUL
Türkiye, dünya ekonominin piyasa ekonomisi ilkeleriyle büyümesi ve kalkınması için kurulan OECD’ye 1961’de kurucu üye olarak katılmış. Böylece, II. Dünya Savaşı’ndan sonra görece tarafsız pozisyonunu terk ederek tercih ettiği Batı dünyasının piyasa ekonomisi önerisini de kendince benimsemiş ve uygulamaya koyulmuş. Çoğunluğu gelişmiş ekonomilerden oluşan OECD üyeleri arasında az sayıdaki gelişmiş ekonomiden biri olan Türkiye’nin performansı, geçen 60 yılı aşkın dönemde inişli-çıkışlı bir seyir izlemiş. SSCB’nin çöktüğü 1991’den sonra dünya konjonktürünün hızlanan gelişmeleri ve biteviye modernleşmenin doğurduğu sosyal-ekonomik-siyasi değişimler, bu seyrin yüksek oynaklıkla yaşanmasına neden olmuş. Küresel trendlerdeki ve kendi ağırlık merkezindeki dönüşümler; geçmiş veriler ve anı analiz ederek geleceği öngörmeyi ve yönlendirmeyi hedefleyen ekonomi anlayışlarında da ciddi farklılaşmalara yol açmış. Özetle; görülemeyen filin dokunularak tasviri misali, Türkiye ekonomisine dair birbirinden farklı ve sıklıkla olan ile olması isteneni birbirine karıştırmış türlü rivayetler ortaya çıkmış. Bu makale; çokça veriye dayanarak, imkân ve kısıtlarını da göstererek, 2002’den itibaren yaşanan ekonomik değişime ilişkin kişisel bir anlamayı ve öngörüyü OECD karşılaştırmalarıyla birlikte başlıklarla özetliyor.
Ucumuz bucağımız
GSYH ve gayrisafi sabit sermaye oluşumu
Türkiye’nin GSYH’sı, 2002-2021 döneminde %241 artarak 819 milyar dolar seviyesine gelmiş. Bu seviye, aynı dönemde sadece %104 artabilmiş OECD ortalamasının yarısı civarında. Hasılanın artmasını sağlayan sermaye birikimini yansıtan gayrisafi sabit sermaye oluşumu ise 230 milyar dolar olmuş. Sabit sermaye artışı %393 ile OECD ortalaması olan %104’ün çok üzerinde gerçekleşmiş ve ama yine de ancak ortalamanın %67’si civarında bir olabilmiş. Özetle, Türkiye’nin hem yurtiçi hasılası hem de sabit sermayesi OECD’ye kıyasla çok daha yüksek oranlarda artmış, ama yaklaşsa da ortalamanın altında kalmayı sürdürmüş.
Kişi başı GSYH ve gayrisafi sabit sermaye oluşumu: Görece hızlı nüfus artışı nedeniyle kişi başına düşen hasıla %165’lik daha düşük bir artışla 9.661 dolar olabilmiş. Bu, %81 olan OECD ortalama artışının hayli üzerinde olsa da tutar olarak kişi başına düşen hasılası OECD’nin sadece %23’ü seviyesinde. Benzer bir durum kişi başına düşen gayri safi sabit sermaye oluşumu için de geçerli: %283 artarak 2.719 dolara çıkan kişi başı sabit sermaye, %81 artarak 9 bin 999 dolara çıkan OECD ortalamasının %27’sine tekabül edebilmiş. Özetle; Türkiye’nin OECD ile arasındaki fark azalıyor ve ama arada hala önemli bir fark bulunmakta.
GSYH’nın sektörel dağılımı
Hizmetler sektörünün payının düşük olduğu ve OECD’nin tersine küçüldüğü, imalatın payının yüksek olduğu ve yine OECD’nin tersine büyüdüğü, tarımın payının ise çok yüksek olduğu ve ama çok da hızlı küçüldüğü görülmekte. Yüksek katma değerine rağmen görece düşük payı ve üstelik küçülmesi, hizmet sektörlerine bakıştaki bir anomaliyi gösteriyor gibi. Hizmet sektörlerini genel olarak kolay-ucuz-kârsız olarak niteleyen bir bakış; küresel düzeyde rekabetçi yapılar ve insan kaynaklarının gelişmesini, iş geliştirme-satış-tasarım gibi imalat ve büyüme lehine çok önemli fonksiyonların ifasını zorlaştırır.
Gayrisafi sabit sermayenin özel sektör-kamu sektörü-hane halkı dağılımı
Bu dağılım, özel sektörün somut ve soyut birikime pek dayanmayan kısa vadeli para kazanma anlayışını gösteriyor sanki. OECD ortalamasının gerisinde olan ve azalan özel sektör payını büyük oranda hane halkı ikame etmiş. Kamu sektörünün, artsa da toplamda OECD’nin gerisindeki payı, görece liberal bir iş kültürünün hâkimiyeti olarak anlaşılabilir. Toplamda sabit sermaye oluşumundaki en önemli gelişme, GSYH’ya kıyasla OECD ortalamasının üzerinde olması ve yine OECD ortalaması azalırken artması. Aradaki fark olan 111 milyar doların kapanması ise elbette zaman meselesi.
Kamu-özel sektör-Hane halkı borçlanması
GSYH’ya oranla borç OECD’nin %63’ü civarında olmuş ve %18 ile 4,5 kat daha hızlı artmış. Özel sektör borcu; kamu sektöründen devir KÖİ’lerle ilişkili borçları ve borç görünümlü sermaye transferlerini kapsıyor. Mali disiplin ve tarihsel borç endişesi, kamu sektörünün borç büyüklük ve artışını sınırlamış. Hane halkı borcunun düşüklüğü “gerçek mortgage” yokluğu ve artışı ise zenginleşmenin getirdiği talep patlamasıyla ilişkili gibi. Maliyeti çok olsa da borçlanma kapasitesi yüksek, borcun %75’i özel sektöre ait ve ödememe krizi oluşmamış. Menkul kıymetleştirme ve sermaye yatırımları için uzun vadeli borç planlama performansı ise düşük.
Kamu harcamalarının sektörel dağılımı
Kamu harcamalarının GSYH’ya oranı OECD’nin %82’si civarında olmuş ve OECD’nin aksine dramatik bir şekilde düşmüş. Savunma harcamaları kaleminde yaşanmış ciddi düşüş, yerlileşme çabalarının sonucunu gösteriyor. Eğitim harcamalarında büyük bir artış gerçekleşmiş olsa da OECD ortalamasının gerisinde. Sağlık harcamalarında gözlemlenen azalışın önemli oranda, kamu sektörünün hakim alıcı rolüyle uyguladığı ilaç, cihaz ve tedavi maliyetlerindeki fiyat baskısından ve görece yerlileşmeden kaynakladığı düşünülebilir. Ancak yine de sağlık harcamalarının, şimdilik, OECD’nin yarısından daha az olması dikkat çekici.
Kamu harcamalarının bütçe kalemlerine dağılımı
Kamu harcamaları kalemlerinin GSYH’ya oranla değişimi; cari harcamaların aşağı-yukarı aynı oranda kaldığını, yatırım harcamalarının düştüğünü ve özelleştirmeler neticesinde kaynak transferi yapılması gereken KİT’lerin azalması nedeniyle transfer harcamalarının da büyük oranda düştüğünü gösteriyor. En büyük azalışın yaşandığı kalem ise borç ödemeleri olmuş. Bu çerçevede kamu bütçesinin ekonomi içindeki payının OECD’den düşük olması ve OECD’nin aksine düşmeye devam etmesi; geçmişe kıyasla iyi ve/ya kötü daha liberal bir bakışın yansıması olarak değerlendirilebilir.
Brüt-net tasarruf oranları ve sabit sermaye tüketimi
Hem brüt ve net tasarruf oranları hem de bunların artış hızları OECD ortalamasından daha yüksek gerçekleşmiş. Brüt ve net tasarruf oranları arasındaki farkı oluşturan sabit sermaye tüketiminin OECD’ye kıyasla yüksek olması, muhtemelen gayrisafi sabit sermaye yatırımının daha çok olmasından kaynaklanıyor. Ancak, tasarruf oranlarının görece yüksekliği, yatırımlara da verimli bir şekilde aktarılabildiklerini göstermiyor.
Tüketici ve üretici fiyat endeksleri
2002-2022’de ortalama TÜFE Türkiye’de %12,4 ve OECD’de %2,6, ÜFE de %14,3 ve %2,8 olmuş. Pandemi ile başlayıp devam eden küresel tedarik zincirlerindeki bozulma/düzenlemede hem TÜFE hem de ÜFE, Türkiye ve OECD’de artmış. Türkiye özelinde 2019 ‘da başlayan kur şokları da bu artışı hızlandırmış. 2002’ye kıyasla TÜFE artış oranı Türkiye’de %61 ve OECD’de %155, ÜFE artış oranı ise %128 ve %757. TÜFE ve ÜFE’nin ortalamada ve 2022 itibarı ile OECD’ye kıyasla yüksek oluşu; öngörüyü zorlaştırıp gelir dağılımını bozuyor. Biraz enflasyon (~%5) ekonomik aktörleri istim üstünde tutmak, yani rekabet için iyi-gerekli, ama fazlası sorun.
Enflasyonun konut fiyatlarına etkisi
Enflasyonun hem fiyatlar hem de gelir dağılımı üzerindeki etkisini, konut satın alma ve kiralama maliyetlerindeki değişimden izlemek mümkün. Enflasyon, konutun satış ve kiralama yoluyla bir yatırım aracına dönüşmesine ve sonuçta da deflete edilmiş reel verilerle konut satın alma ve kiralama maliyetlerinin aşırı yükselmesine yol açıyor. Bu durum hem gerçek yatırım araçlarının kullanımını sınırlıyor hem de balon piyasalar oluşturup oynaklığı artırıyor. 2015=100 endeks değeriyle 2010-2022’de Türkiye’de reel olarak konut fiyatları %85 ve kiralama maliyeti de %196 artmış. Aynı veriler OECD için sırasıyla %34 ve %37.
Hane halkı yatırım tercihleri
Hane halkının yatırım alışkanlıkları, tasarruf-yatırım ilişkisinin verimliliğini belirliyor. Bu alışkanlıkları da yatırım araçlarının yaygınlığı ve güvenilirliği ile hane halkının kültürel risk kabul seviyesi oluşturuyor. 2020’de Türkiye’de hane halkı tasarruflarının en çok değerlendirildiği araç %76 ile Mevduat ve Döviz olmuş ve 2010’a kıyasla kullanımı artmış. Bunun OECD’deki büyüklüğü ise sadece %37 ve kullanımı düşmüş. Yatırımlarda pek kullanılamayan Mevduat ve Dövize alternatif Hisse Senedi-Fon-Bireysel Emekliliğin payı ise Türkiye’de %24 ve OECD’de %63 olmuş. Yatırım finansmanında esas sorun, paradan ziyade araç-güven-bilgi eksikliği gibi duruyor.
- Borsaya kote şirketlerin büyüklüğü: Tasarrufların yatırıma dönüşmesindeki en önemli araçlardan biri borsa. Borsaya kote şirketlerin 2020’de Türkiye’deki pazar değerinin GSYH’ya oranı %33 iken OECD’de %78 olmuş. Türkiye’deki oran 2000-2020’de %120 artmışken, OECD’de sadece %48 artmış. Burada da çok hızlı, ama OECD ortalamasına gelebilmek için epey zaman ve emek gerektiren bir süreç söz konusu.
- Dar (bankalar) ve geniş anlamda finans sektörünün sağladığı krediler: Bankaların (Monetary Sector) GSYH’a oranla özel sektöre sağladığı krediler 2020’de OECD’de %85 ve Türkiye’de %71 olmuş. 2008-2020’de artış hızı OECD’de sadece %11 iken Türkiye’de %404 olmuş, yani bankaların özel sektöre sağladığı finansman çok büyük oranda artmış. Ama banka kredilerini de içeren toplam krediler 2020’de OECD’de %161’i bulmuşken Türkiye’de sadece %85 olabilmiş. Buradaki artış hızı OECD’de %15 iken Türkiye’de %11 olmuş. Her iki değer arasındaki fark Türkiye’de bankalar dışında özel sektöre kredi sağlayabilen alternatif finans yapılarının çok cılız olduğunu ve pek de gelişmediğini gösteriyor.
- Girişim sermayesine ulaşım performansı: Özellikle teknolojik girişimlerin yatırım sermayesi alabilmelerini sağlayan olan girişim sermayesi şirketlerine erişimde Türkiye 37 OECD üyesi içinde 2008’de 36. ve 2022’de 35. sıradaymış. Yani, OECD üyelerine kıyasla girişim sermayesi şirketleri çok az sayıda ve düşük yoğunluklu faaliyetteymiş. Erişim 2008-2022 döneminde OECD’de %36 artmışken Türkiye’de sadece 2 baz puan farkla %38 artabilmiş. İnovasyonların girişimlere ve girişimlerin de organik büyüme & finansal yatırımcılarla büyük işletmelere dönüşmesinde girişim sermayesi ekosisteminin gelişimi yavaş ve bu da ticari bankaların hakim rolünü artırıyor gibi.
- Yatırım araçları getirileri: 2017-2021 döneminde hane halkının erişebildiği farklı yatırım araçlarında en yüksek getiriyi Gayrimenkul Yatırım Sermayesi Fonundan katılım payı almak, en düşük getiriyi (aslında zararı) ise TL mevduat getirmiş. Gayrimenkul Yatırım Sermayesi Fonundaki yüksek performansın muhtemel nedeni; yabancılara döviz cinsinden kiralama yapılabilmesi ve büyük şehirlerde kurumsal kullanıma uygun yeni binaların azlığı ve fiyatlarının artmış olması.
- Toplam zenginlik: Dünya Bankası, Üretilmiş-Doğal-İnsan Kaynağı Sermayesi ayrımıyla 2018’de Türkiye’nin toplam zenginliğini 3,9 trilyon dolar olarak ölçmüş. OECD üyelerinin ortalama zenginliği ise 19,3 trilyon dolar. 2002’ ölçümüne göre bu Türkiye için %137’lik, OECD için ise %28’lik bir artış. OECD ile fark büyük oranda İnsan Kaynağından gelmiş. Tanım olarak bir çalışanın çalışma süresi boyunca kazanabileceği toplam zenginliğin güne indirgenmesiyle hesaplanan bu zenginlik, nitelik yerine niceliği önceleyen bir büyümeyi gösteriyor gibi. Bir de görünen o ki; doğal kaynak zenginliği çok da önemli değil, önce insan ve insanın ürettikleri.
- Kişi başına toplam zenginlik: Aynı ölçümün kişi başına düşen Üretilmiş-Doğal-İnsan Kaynağı Sermayesi verileri, OECD ortalaması ile aradaki farkın büyüklüğünü daha görünür kılıyor. OECD ortalaması aynı zamanda insana yapılan yatırımın kârlılığını ve OECD ortalamasının 2,2 katı olarak gerçekleşmiş nüfus artışının nasıl bir sınama anlamına geldiğini de belirginleştiriyor.
- Nüfus ve dağılımı: Türkiye’nin nüfusu 2002-2021’de %28’lik artışla 84,8 milyona ulaşmış. OECD üyelerinin toplam nüfusu ise aynı dönemde %13’lük artışla 1,4 milyar olmuş. Nüfus hızla şehirlere kaymış ve kırsal nüfusun payı önemli oranda azalmış. Kırsaldan kente göçün büyük şehirlere yoğunlaşmasıyla artan genç nüfus ve yeni kent nüfusunun ekonomiye dahil edilmesi, iki zorlu sınama olarak belirmiş. Bunun kısa-orta vadeli bir iş olduğunu söylemek zor. Bu sınamanın ilk etapta okul-öğretmen & hastane-doktor sayısını artırmak gibi niceliksel büyümeyi öncelediğini, niteliği artırmanın kaçınılmaz olarak ikincil plana kaldığını söylemek ise mümkün.
- Yaşlanma: Nüfusun hızlı artışına karşın ortalama yaşam beklentisinin -hala daha düşük olsa da- OECD’den daha hızlı artması ve ama doğurganlığın -hala daha yüksek olsa da- OECD’den daha hızlı azalması, hızla yaklaşan yaşlanan nüfus sorununu belirginleştirmiş. Görece yaşlı bir Türkiye’nin bugün uğraşabildiği yüksek oynaklıkla aynı şekilde uğraşabilmesi, bugün taşıyabildiği umutları aynı güçle taşıması pek mümkün değil. Bunun pratik sonucu; OECD ortalamasına kıyasla daha hızlı gelişen alanların daha da hızlı gelişmesinin, bunun için de biteviye takip etmeyi öneren hazır planlardan farklı-pragmatik büyüme planlarının gerektiği.
- İstihdam ve işsizlik: İşgücüne katılım oranı OECD ortalamasının hayli üzerinde artmış olsa da hala 10 baz puan altında gerçekleşmiş. Bunun en önemli nedenleri; 0-14 yaş nüfusunun daha çok olması ve 15-64 çalışma yaşındaki kadınların -büyük artışa rağmen- işgücüne görece daha az katılımları. Daha düşük katılım oranına rağmen işsizliğin görece yüksek olması ve bunun genç işsizliğinde daha da belirginleşmesi, teknoloji seviyesi bağımsız istihdam oluşturacak politikaları önceliyor. Yeni teknolojilerin mümkün kıldığı çok küçük ticari işletmeler ve üretim yerleri ile daha etkin istihdam vadeden mesleki eğitim, bu politikaların kapsamını oluşturuyor.
- Üniversite öğrencileri: Eğitim, özellikle de üniversiteler, modernleşmenin ispatında ve genç nüfusun ekonomiye girişinde büyük öneme sahip olagelmiş. 2013-2020’de lisans-doktorada 100 bin nüfusa düşen öğrenci sayısı OECD’den yüksek olmuş. OECD’de büyüme oranı negatif veya durağanken Türkiye hızlı büyümüş. Bunun nedeni sayıları hızla artmış devlet ve vakıf üniversiteleri. Ama, OECD ortalaması düşerken Türkiye ortalamasının artması sadece olumlu bir gelişme olmayabilir. Üniversitelerin modernleşmedeki anlamları, istihdam artışındaki fonksiyonları ve değerleri dönüşmüş, Türkiye de buna ayak uydurmada biraz geç kalmış olabilir.
- Üniversiteler ve işsizlik: Eğitimin temel fayda önerisi; mezunların daha kolay iş bulup daha düşük bir işsizlik oranıyla karşılaşacakları. Bu öneri 2000-2021 döneminde OECD için gerçekleşmiş. Ancak, Türkiye’de eğitim seviyesi artıkça işsizlik oranında umulan azalma olmamış, işsizlik sabit kalmış. Türkiye ve OECD’de bir anomali olarak ilk ve ortaöğretim mezunlarındaki işsizlik artışı, üniversite mezunlarına kıyasla çok daha düşük olmuş. İlaveten Türkiye’de üniversite mezunları OECD içinde en az girişimci olanlar olmuş. Bunlar, üniversitelerin dönüştüğünü/ değersizleştiğini ya da niceliksel büyüme baz oluştursa da niteliksel büyümenin de gerektiğini gösteriyor gibi.
- Nicelik ve nitelik olarak akademisyenler: 100 bin kişiye düşen akademisyen sayısı 2002-2020’de %93 artmışken, akademisyen başına düşen GSYH sadece %20 artmış. Aynı dönemde kişi başına düşen GSYH’nin %165 arttığı düşünülürse, artan akademisyen sayılarına kıyasla üniversitelerin ekonomiye katkılarının oldukça sınırlı olduğunu söylemek mümkün. Profesör başına düşen bilimsel makale sayısının 2002’de 1,2 ve 2018’de 1,4 olduğu da eklenebilir. Özetle; sıkça atıf verilen akademi-endüstri pragmatik işbirliği ile bilim için bilim idealizmi ikileminde, üniversitelerin niteliksel dönüşümleri ve bu şekilde ekonomiye daha fazla katkı sağlamaları gündeme geliyor veya gelmeli.
- Gelir dağılımı: En az gelire sahip %20’lik nüfusun toplam gelirden aldıkları pay ve değişiminde; Türkiye’ye kıyasla OECD’de bu grup hem daha çok pay almış hem de 2002-2020’de payını artırmış. En çok gelire sahip %20’lik nüfusun toplam gelirden aldıkları pay ve değişimine bakıldığında ise; Türkiye’ye kıyasla OECD’de bu grup hem daha az pay almış hem de payı azalmış. Bunun fiili anlamı; gelir dağılımının OECD’ye kıyasla daha bozuk olduğu ve özellikle en fakir kesimde bozulmaya devam ettiği. GINI skorları ve değişimi de (OECD 2020 33,2 ve 2002-2020 değişimi %-3, Türkiye 41,9 ve %1) bunu doğruluyor.
Dünyayla tanışıklığımız
- Mal ticareti: 2002-2021’de Türkiye’nin mal ihracatı OECD’nin 2,3 katı ve mal ithalatı da 2,6 katı artmış. Küresel entegrasyonun çok hızlandığını gösterir bu yüksek artışların maliyeti ise OECD’nin 7,3 katı artan dış ticaret açığı olmuş. (İhracatı FOB ve İthalatı CIF bazında sunan TÜİK verilerine göre 2021 dış ticaret açığı 46,2 ve 2022 dış ticaret açığı da 109,5 milyar dolar.)
- Dış ticaret (mal ticareti) dengesi: OECD’nin dış ticaret açığının nedeni maliyet avantajları nedeniyle ithal etmek zorunda olduğu Tüketim Malları, Türkiye’ninki ise üretmek için ihtiyaç duyduğu Sermaye ve Ara Malları olmuş. Türkiye’nin ihracat ve ithalatı arasındaki %94’lük korelasyon, çözümün ithal ikamesi olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü OECD’nin korelasyonu da %97. Yani küreselleşmenin doğal sonucu olarak herkes rekabet avantajına sahip olduğu malları üretip ihraç ediyor ve diğerlerini de ithal ediyor. Buradaki esas sorun ve sınama; Türkiye’nin ihracatına konu malların düşük fiyatı, yani kilogram başına ihracat değerinin düşüklüğü ve bunun nasıl artırılacağı.
- Hizmet ticareti: GSYH’sının %71’ini oluşturan hizmet ticaretinde OECD’nin verdiği fazla 2002-2021’de %675 artarak 17 milyar dolar olmuş. GSYH’sının %53’ünü hizmetlerin oluşturduğu Türkiye’nin fazlası ise %303 artışla 32 milyar dolar olmuş. Hizmet ticareti hacmi OECD ortalamasında %199 artışla 210 milyar dolar, Türkiye’de ise %351 artışla 91 milyar dolar olmuş. Özetle; Türkiye’nin hizmet ticareti cari açığın azalmasında önemli bir rol oynamış, ama hizmet ticareti fazlasındaki artış hızı mal ticareti açığındaki artış hızının gerisinde kalmış. Cari açığın karşılanması için hizmet ticareti fazlası daha yüksek olmalı ve bunun yolu da turist/kamyon sayısının artması olmayabilir.
- Hizmet ticareti dengesi: 2002-2022’de Türkiye’nin hizmet ticaretinde verdiği fazla çok büyük oranda turizm ve ulaştırma hizmetlerinden gelmiş. OECD ortalamasından negatif bir ayrışmayla BT-Finans-Sigorta-İş-Fikri Mülkiyet hizmetle rinde açık verilmiş. Organik olarak büyüyen ve görece düşük katma değerli turizm ve ulaştırma hizmetleri dışında kalan bu hizmet alanları daha yüksek katma değer üretebiliyor, ama nicelikten ziyade nitelikle ilgililer. Dolayısıyla Türkiye’nin hizmetlerle ilgili sınaması; bu alanlardaki başta insan kaynağı ve ilişki sermayesi olmak üzere kapasitesini geliştirmek, bunları da rekabetçi olduğu imalat sektörleriyle ilişkilendirmek.
- Gelen & giden uluslararası doğrudan yatırım akışı: Gelen Uluslararası Doğrudan Yatırımların (UDY), bizatihi iyi veya kötü olduğunu söylemek doğru değil. Gelen UDY’nin İç Pazar-Ucuz Varlık & İşgücü-Bölgesel Erişim motivasyonları karşılığı ne kadar İstihdam-Vergi Geliri-İhracat-Teknoloji Bilgisi-Bölgesel Erişim oluşturduğuna bakmak gerekiyor. Ama gelişmiş ekonomilerin Giden UDY’yi mal ve servis ihracatına alternatif olarak kullandıkları, dolayısıyla Gelen UDY veya sermaye ithalinden çok Giden UDY veya sermaye ihracına yoğunlaştıkları malum. 2002-2021’de OECD ortalamasında Giden UDY akışı, dolayısıyla sermaye fazlası, Türkiye’de ise Gelen UDY akışı, dolayısıyla sermaye açığı gözlemlenmiş.
- Gelen & giden uluslararası doğrudan yatırım stoku: UDY’de akım verileri trendi gösterirken stok verileri kalıcı kapasiteyi gösteriyor. Ülkeler için Giden UDY stokunun katma değeri Gelen UDY stokununkinden daha fazla, yani daha kârlı. Çünkü Giden UDY, yani sermaye ihracı, mal ve servis ihracının sağladığı etkiyi sağlıyor. Ancak, ülkedeki istihdam pazarı ve iç ekonomik faaliyetlerin dış dünyayla ilişkili bir şekilde canlı kalabilmesi için dengenin kurulması da önemli. OECD’nin 2022-2021’de dengeli bir Giden-Gelen UDY stokuna sahip olduğu, Türkiye’nin ise daha yüksek Gelen UDY stokuna sahip olduğu, ama ekonomik gelişmenin doğal sonucu olarak Giden UDY stokunu hızla büyüttüğü görülüyor.
- Gelen uluslararası doğrudan yatırım stokunun etkisi: Bir ülkenin gönderdiği Giden UDY’den beklentisi, sevgi-saygı-sevap kazanmak değil UDY’yi alan ülke üzerinden kâr etmek. UDY’yi alan ülkenin Gelen UDY’den beklentisi de (istihdam-teknoloji-ihracat-vergi vb. ile) yine kâr etmek. UDY’yi gönderen ve alan ülkelerin bu kârı dengeli bir şekilde paylaşması ise ilişkinin sürmesi için zorunluluk. Yani, dikensiz gül yok. 2020’de en büyük UDY stokuna sahip ilk 15 ülke ile Türkiye’nin 2013-2020 ihracat-ithalat ilişkilerine bakıldığında da bu durum açık bir şekilde görülüyor: Hem ihracatın arttığı hem de ithalatın azaldığı bir ülke, yani üzerinde “Gelen UDY Çok Güzeldir” yazan bir dünya/cennet yok.
- Gelen & giden uluslararası doğrudan yatırım stokunun verimliliği: Gelen ve Giden UDY stokunun verimliliğini ölçmek için GSYH, İhracat ve İthalat ile arasındaki korelasyonlar kullanılıyor. Umulan her iki UDY stokunun da GSYH ve İhracat ile yüksek, ithalat ile ise görece düşük pozitif bir korelasyona sahip olması. (İthalat ile negatif korelasyon beklentisi, UDY’nin bir küreselleşme aracı olarak sadece ihracatı değil ithalatı da artıracağı gerçeğiyle hayalperest kalıyor.) Korelasyon karşılaştırmalarında Giden UDY Stoku’nda OECD’nin GSYH ve Türkiye’nin de İhracat & İthalatta, Gelen UDY Stoku’nda ise OECD’nin GSYH & İhracat ve Türkiye’nin de İthalatta daha verimli olduğu söylenebilir.
- Cari denge: Dış dünyayla yürütülen tüm ilişkilerin karnesi Cari Denge ile ortaya çıkıyor. 2021’de OECD’nin ortalama cari dengesi GSYH’na göre çok düşük bir açık vermiş durumda ve bu da 2002-2021 döneminde cari açığın %98 azalmasıyla olmuş. Türkiye’nin cari dengesi ise aynı dönemde çokça mal ticareti nedeniyle açık vermiş ve açık 2021 itibarı ile %542 artarak GSYH’nın %1,7’sine ulaşmış. (TÜİK verilerine göre 2022’de cari açık/GSYH %2,2). Serbest piyasa ekonomisine geçilmesiyle cari açık verilmeye başlanması, bir tip olgunlaşma sürecinin yaşanması nedeniyle normal, ama bunun 1980’lerden beri devam etmesi pek değil.
- Toplam (mal-hizmet-sermaye akışları) denge: Dış dünya ile yürütülen ekonomik ilişkileri, mal-hizmet-sermaye akışıyla sayısallaştırmak mümkün. 2021’de OECD ortalamasında mal-hizmet-sermaye ihracatı 463, ithalatı 451 dolar ve fazla da 12 milyar dolar olmuş. Böylece OECD’nin toplam dengesi 2002-2021’de %397’lik bir gelişmeyle açıktan fazlaya geçmiş. Türkiye’de ise 2021’de ihracat 294, ithalat 304 ve açık da 9 milyar dolar olmuş. 2002-2021’de toplam açık %314 artmış. Küreselleşmeden beklenti; rekabetçi alanlarda üretim & ihracat, diğerlerinde ithalat yaparak maksimum faydayı/fazlayı oluşturmak. Hacim OECD’ye kıyasla 2,4 kat artmış, fayda/fazla ise pending durumunda.
- Yurtdışındaki nüfus: Ülke nüfusunun ne kadarının yurtdışında yaşadığı, ülkenin dış dünya ile tanışıklık seviyesini gösteriyor. Türkiye’nin de 1960-1970’lerde Batı Avrupa’ya yönelik mavi yakalı işçi göçü ile kazandığı yurtdışı nüfusu, küreselleşmenin hızlandığı 1980’lerin sonundan itibaren beyaz yakalıları da daha fazla içerir oldu. 2019’da OECD nüfusunun ortalama %7,6’sı başka ülkelerde yaşıyormuş ve 2000-2019’da bu oran %24 artmış. Türkiye için ise 2019’da yurtdışı nüfusun oranı %4,1 olmuş ve Batı Avrupa’ya giden işçilerin dönüşüyle aynı dönemde %10 azalmış. Türkiye yurtdışı nüfusu açısından 38 OECD üyesi içinde 2000’de 21, 2019’da ise 27. sıradaymış.
- Yurtdışında doğmuş nüfus (geçici koruma altında olanlar hariç): Yurtdışında doğmuş vatandaşların nüfusa oranı, diğer ülkelerle sosyal-kültürel-ekonomik ilişkilerin potansiyeli hakkında bir fikir veriyor. 2018’de OECD nüfusunun ortalama %17,7’si başka bir ülkede doğmuş ve bu oran 2002-2018’de %32 artmış. Türkiye’nin 2018’de yurtdışında doğmuş vatandaşlarının nüfusuna oranı ise sadece %2,8 olmuş. Bu oran, 2002-2018’de %40 artmış olsa da Türkiye’nin doğum yeri bağıyla başka ülkelerle ilişkisinin oldukça zayıf olduğunu söylemek mümkün. Hem 2018’de hem de 2021’de Türkiye, başka ülkelerde doğmuş vatandaşlarının ülke nüfusuna oranında 34 OECD üyesi içinde 32. sıradaymış.
- İngilizce yeterliliği: Ana dili İngilizce olmayan OECD üyelerinde İngilizce yetkinliği, ekonominin küresel dili haline gelmiş İngilizce üzerinden ülkenin ne kadar küreselleştiğine ve küreselleşebileceğine ilişkin bir fikir sağlıyor. Bu analize konu 24 OECD üyesi içinde Türkiye 2022’de bulunduğu 22. sıra ile İngilizce bilgisinin en düşük olduğu 4 üyeden biri. Türkiye 2011’de ise 24., yani sonuncu sıradaymış. 2011-2022 döneminde İngilizce yetkinliği %35 gelişmiş ve aynı dönemde bahse konu 24 OECD üyesinin ortalama gelişimi ise %8 olmuş. Birçok veride olduğu gibi Türkiye, bu dönemde çok iyi bir performans göstermiş olsa da ortalamaya yetişmesi için hala zamana ihtiyaç var.
- Lojistik altyapısı yatırımları: Dış dünya ile tanışılabilmesi için lojistik altyapısı hayati öneme haiz. Türkiye 2021’de ülke içindeki lojistik altyapısına 7,6 milyar dolarlık yatırım yapmış. Bu, 2002’ye kıyasla %589’luk bir artış anlamına gelmiş. OECD ortalamasında ülke içindeki lojistik altyapısına 2021’de yapılan yatırım ise 12 milyar dolarmış ve 2002’ye kıyasla sadece %45 artmış. Türkiye’nin 2021’de ülke içindeki lojistik altyapısına yaptığı yatırımın GSYH’ye oranı ise %0,9 olmuş ve 2002’ye kıyasla %102 artmış. OECD ortalamasında ülke içindeki lojistik altyapısına 2021’de yapılan yatırımın GSYH’ya oranı ise %0,8 imiş ve 2002’ye kıyasla %29 azalmış. Lojistik altyapına yapılan yatırım 2018’de Lojistik Performans Endeksi’nin 2007’ye kıyasla %9 artıp 3,2 skoruna ulaşılmasını sağlamış. Aynı dönemde OECD ortalamasının skoru ise 2007’ye kıyasla %4 artışla 3,6 olabilmiş.
- Hava-demir-deniz yolu taşımacılığı: 2002-2020’de hava taşımacılığında Türkiye’nin merkezi coğrafyasının da desteğiyle sefer sayısı, taşınan yük ve yolcu sayısı parametrelerinin tamamında OECD ortalamasının çok üzerinde bir performans ve gelişim sergilenmiş. Özellikle yük taşımacılığında oluşturulan kapasite belirgin bir şekilde artmış ve Türkiye’yi hava kargosunda ana ülkelerden biri haline getirmiş. 2002-2020’de demiryolu taşımacılığının hem yük hem de yolcu parametrelerinde OECD ortalamasının hayli üzerinde bir gelişim sergilense de taşınan yük miktarı ve yolcu sayılarında hala OECD’nin hayli gerisinde bir kapasite oluşabilmiş. Bunun en büyük nedeni; yatırımlar devam etse de mevcut demiryolu altyapısının kapasite yetersizliği ve daha büyük yatırımlara ihtiyaç duyulması. Liner Shipping Connectivity Endeksi, ülkelerin deniz taşımacılığı sektörlerinin küresel denizcilik ağlarına ne kadar iyi bağlı olduğunu gösteriyor. Endeks skorlarına göre Türkiye hem 2021’de aldığı skor hem de 2006-2021’de kaydettiği gelişme ile OECD ortalamasının üzerinde bir performans sergilemiş. Türkiye endekse konu 312 OECD üyesi içinde hem 2006’da hem de 2021’de 11. sıradaymış.
Muasırlaşmamız
- Patent başvuruları: Patent başvuruları bir ülkenin dünyayı kendi lehine ne kadar değiştirmeye çalıştığını gösteriyor. Patent başvurularının ne kadarının yerleşik ve ne kadarının da yabancı nüfus tarafından gerçekleştirildiği ise o ülkenin bu değişimi sağlamak amacıyla yabancı insan kaynaklarını ne kadar cezbedebildiğini ortaya koyuyor. 2020’de 100 bin kişiye düşen patent sayısı OECD’de 2002’ye kıyasla %7’lik artışla 97,8 iken Türkiye’de %248 artışa rağmen sadece 9,7 olabilmiş. OECD’de bu 97,8 patent başvurusunun %42’si, Türkiye’de ise bu 9,7 patent başvurusunun sadece %3’ü ülkede yerleşik olmayanlar tarafından yapılmış.
- Ar-Ge harcamaları: Ar-Ge harcamalarının GSYH’ya payı ve bunun gelişimi; patent-teknoloji geliştirme-ticarileştirme ve nihayetinde daha çok katma değer üretme adına bir ülkenin ne kadar yatırım yaptığını gösteriyor. 2020’de OECD’de GSYH’ye kıyasla Ar-Ge harcamalarının oranı %3,0 olmuş ve 2002’ye göre %32 artmış. Türkiye’de ise aynı oran, 2002’ye kıyasla %114 artsa da sadece %1,1 olabilmiş.
- Teknoloji geliştirme bölgeleri (TGB): Patent başvuruları ve Ar-Ge harcamalarının yoğunlaştığı Teknoloji Geliştirme Bölgelerinin (TGB) sayısal olarak gelişimi; bu amaçla ne büyüklükte bir altyapının geliştirildiğini ve kullanıldığını gösteriyor. Niceliksel bir gösterge olarak TGB’ler ile TGB’lerdeki firma ve çalışan sayısının artışı 2002-2021 döneminde çok yüksek bir oranla gerçekleşmiş.
- TGB firmalarının performansı: TGB’lerdeki firmaların ciro ve ihracat performanslar TGB’lerdeki firmaların ciro ve ihracat performansları ise geliştirilen ve kullanılan bu altyapının ne kadar işe yaradığını gösteriyor. 2002 yılındaki dolar bazındaki değerler 100 kabul edildiğinde TGB firmalarının toplam ciroları 176’ya, ama ihracatları 3.710’a çıkmış. Ağırlıklı olarak yazılım ve kısmen de yazılıma sahip donanım üreten firmaların bu performansı, ihracata yönelik odaklanmayı ortaya koymuş. Yine de 2021’de firma başına gerçekleşmiş 2,2 milyon dolarlık ciro ve 928 bin dolarlık ihracat, ayrıca firma başına düşen çalışan sayısının sadece 10 olması, bu firmaların hala çok küçük ölçekli olduklarını gösteriyor.
- Orta-yüksek teknolojili ürünlerin üretimdeki payı: Teknolojik gelişim, nihayetinde ülkelerin imalat sektörüne ve kalkınmalarına da olumlu yansıyor. Bu yansıma ile üretim, düşük teknolojili ürünlerden orta-yüksek teknolojili ürünlere doğru kayıyor. Bu şekilde hem ülkenin toplam hasılası hem de ihracatı artıyor, artık üretilmesi anlamlı olmayan düşük teknolojili ürünler de genellikle düşük işgücü maliyetlerine sahip ülkelerden ithal ediliyor. 2020’de OECD’nin imalat sektöründeki üretiminin %40,7’si orta-yüksek teknolojili ürünlerde gerçekleşmiş ve 2002’ye kıyasla %17 artmış. Türkiye’nin skorları ise OECD’nin çok üzerinde %45’lik bir artışla üretimin %36,7’si şeklinde olmuş.
- Yüksek teknoloji ürünlerin ihracattaki payı: İmalat sektörünün düşük teknolojili üretimden orta-yüksek teknolojili üretime evrilmesi, ihracattaki paylarda da gözlemleniyor. OECD’nin 2020’’deki imalat sektörü ihracatının %16,2’si yüksek teknolojili ürünlerden oluşmuş ve bu pay 2007’ye kıyasla değişmemiş. Türkiye’de ise yüksek teknolojili ürünlerin imalat ihracındaki payı, 2007’ye kıyasla %54’lük bir artışla %3,3 olarak gerçekleşmiş. Bu pay, OECD’nin hala çok gerisinde olsa bile, yaşanan yapısal dönüşümün imalat sektöründeki etkisini gösteriyor. Ama, orta-yüksek teknolojili imalatın payına kıyasla bu düşük pay, yüksek teknoloji üretiminin hala gelişime çok açık olduğunun da göstergesi.
- Üretimde komplekslik derecesi: Ekonomic Complexity Index, bir ülkenin üretim kapasitesini ekonomik faaliyetlerinde ortaya çıkan know-how ve uygulama becerisi ile ölçüyor. OECD’nin 2020’de aldığı ortalama skor 1,022 ve 2002’ye kıyasla sadece %8 gelişmiş. Türkiye’nin 2020 skoru ise 0,580 ve 2002’ye kıyasla %300 gelişmiş. Ülkelerin imalat deneyim ve becerisini kapsayan bu endeksteki gelişimde hala OECD ortalamasının gerisinde olunsa da fark azalmış. Endeks skoru olan 34 OECD üyesi içinde Türkiye 2002’de 31. sıradayken 2020’de 26. sıraya çıkmış. Yüksek performansa rağmen geçen 18 yılda sadece 5 sıra atlanması, imalattaki dönüşümün uzun zaman aldığını gösteriyor.
- Fikri mülkiyet hakları gelir ve giderleri: Ülkelerin geliştirdikleri teknolojileri ne oranda ticarileşebildikleri ve teknolojide ne oranda dışarıya bağımlı oldukları, Ödemeler Dengesinde yer alan Fikri Mülkiyet Hakları Gelirleri ve kullanım ücretlerinden kısmen izlenebiliyor. 2021’de OECD ortalamada bu kalemde 7,5 milyar dolar kazanıp 9,6 milyar dolar ödeyerek 2,1 milyar dolarlık açık vermiş. 2002’ye kıyasla açığı %573 artmış. Türkiye ise sadece 228 milyon dolar kazanıp 2,7 milyar dolar ödeyerek 2,4 milyar dolarlık açık vermiş ve açığı 2002’ye kıyasla %2162 artmış. OECD açığının toplam işlem hacmine oranı %12 iken Türkiye’nin oranı %84 olmuş. Özetle çok zayıf bir performans.
- Saat bazında üretilen hasıla olarak verimlilik: Satın alma paritesiyle saat bazında üretilen hasıla, sıkça kullanılan verimlilik göstergelerinden biri. 2021’de OECD ortalaması 55 dolar olarak gerçekleşmiş ve 2002-2021’de %31 artmış. Türkiye’nin değerleri ise 2021’de 53 dolar ve 2002-2021 artışı da %102 olmuş. Bu skorlarıyla Türkiye’nin 38 OECD üyesi arasındaki sırası 2002’de 29 iken 2021’de 19 olmuş.
- Üretim kapasiteleri endeksinde verimlilik: Birleşmiş Milletler tarafından geliştirilmiş Üretim Kapasiteleri Endeksinde (PCI) 2000-2018 dönemi için 193 ülkenin 46 gösterge üzerinden üretim kapasiteleri ölçülmüş. Bu endekse göre 2018’de OECD ortalaması 41,6 ve 2002’den itibaren %11 artmış. Türkiye’nin değerleri ise 2018’de 34,3 ve 2002-2018 artışı da %14 olmuş. Bu skorlarıyla Türkiye’nin 38 OECD üyesi arasındaki sırası hem 2002 hem de 2018’de 38 imiş.
- Negatif ve pozitif reel faiz meselesi: Kaynakları hane halkı tasarruflarının %76’sının toplandığı kısa vadeli mevduatlar olan ticari bankaların “imkânsız görevi”, uzun vadeli yatırımları finanse etmeleri. OECD’nin aksine Türkiye’de bankalar dışında büyük fon yapılarının bulunmaması, tasarruflarla yatırımlar arasında verimli bir ilişkiyi engelliyor. Döviz-konut-araba gibi varlıklar alternatif yatırım aracı ve sonuç da şu oluyor: 2002-2022’de Reel TL Faizi ile GSYH ve Gelen UDY arasında zayıf bir negatif korelasyon var, Portföy Yatırımları ile ise anlamlı bir ilişki yok. Yani; Türkiye’de reel faiz arttıkça -etkin yatırım aracı kıtlığından dolayı- GSYH, Gelen UDY ve Portföy Yatırımları artmıyor.
Velhasıl kelamımız
Bunca veriden sonra geldiğimiz-vardığımız-gittiğimiz yere ilişkin, aynen hayat gibi, gerçek gibi, hep olduğu ve hep olacağı gibi şöyle hafif ya da ağır kafası karışık bir şeyler kafanızdan geçiyor olabilir:
Ekonomi, 2000’lerin başından itibaren ülke ve kişi bazında niceliksel olarak OECD ortalamasından daha fazla büyümüş. Büyüme; kamu sektörünün piyasa ekonomisi kurallarına görece uyum, tüm alanlarda hızlı liberalleşme ve pragmatik yaklaşımlarıyla başlamış ve devam etmiş. Kamu harcamaları, büyük ölçüde yüksek altyapı yatırımları ile sağlık-eğitim-savunma harcamalarıyla sınırlanmış, hatta altyapı yatırımları KÖİ’ler aracılığıyla özel sektöre devredilmiş ve tamamlanmaları hızlanmış. Özel sektörün kaynak bulunca ölçeği hızla büyütebilen “İmtiyazlı Azgelişmişlik” becerisi ve hane halkının az varsıl geçmişinden kaynaklı yüksek tüketim talebi de büyümeyi desteklemiş. Böylece; kamu sektörünün büyüyen GSYH’daki payı azalmış, ama kamunun eski iş yapma modellerine alışık iş yapma kültürü bu azalmaya kıyasla daha yavaş değişmiş. Özel sektörün büyüyen GSYH’daki payı ve verimliliği artmış, ama bu artan payı kendini geliştirmek için kullanmayı sağlayacak bilgi birikimi ve pratiği o kadar artmamış, üstelik borç düzeyi yükselmiş. Hane halkının standartları ve kapasitesi görünür şekilde yükselmiş, ancak artan standartları hem borç düzeyini yükseltmiş hem de niyetlen-çalış-tevekkül et döngüsüyle ifade edilen risk alma kapasitesini düşürmüş. Daha az liberal ve daha planlamacı dönemlerden kalma kurumsal yapılar çözülmüş, yerlerine daha cevval ve piyasa dostu, ama henüz yeterince deneyim kazanmamış, bazıları deneysel ve bazıları da proje bazlı yapılar oluşmuş. Mal ihracatı ve sermaye (UDY ve Portföy Yatırımları) ithalatı artmış, ancak mal ithalatı ve dışarıya kâr transferi, sonuçta cari açık da artmış. Günün sonunda; para piyasalarındaki erken ve hızlı liberalleşme, düşük sermaye birikimi veya tasarruf-yatırım arasındaki klasik ilişkinin verimsizliği, eski-yeni yapıların liberalleşmiş-küreselleşmiş-hızlanmış piyasalara cevap verme kapasitesinin henüz yeterince gelişmemiş olması ve tüm bunlarla birleşen nitelikli imalat-teknoloji-insan kaynağı kapasitesi düşüklüğü kırılganlık ve oynaklığı artırmış. Dünyanın da hızla değiştiği bu dönemde artan kırılganlık ve oynaklık, bir de bunlara eklenen hızlanma gerekliliği; pragmatik ekonomi politikalarının küresel alışkanlıklarla uyumunu azaltmış. Yeni ekonomi politikaları, gelişmekte olan ekonomilerin klasik kalkınma modellerinden farklılaşmış. Bu farklılaşmada; sermaye yatırımlarıyla nitelikli ve ölçekli kapasite geliştirmek hedeflenmiş. Bunun için gereken sermayeyi mal-servis ihracatı, yabancı sermaye ithalatı ve yerli tasarrufları yatırıma aktarmakla bulmayı planlayan özgün modeller geliştirilmiş. Mal-servis ihracatı düzenli bir şekilde artmış, ancak ihracat için ara ve sermaye malı ithalatı gerektiği için görece düşük katma değerli mal ihracatı ile sermaye umulduğu kadar hızlı birikmemiş. Yabancı stratejik ve finansal yatırımcılar, önerilen modeli gelişmekte olan ekonomilerden klasik para kazanma metodolojileriyle uyumlu bulmamış ve yabancı sermaye ithalatında yavaşlamalar-endişeler-kızgınlıklar oluşmuş. Hane halkı ve özel sektörün tüketim ve yatırım alışkanlıkları da politikalar kadar hızlı değişmemiş ve bunları değiştirmeyi hedefleyen daha az liberal araçlar oluşturulmuş. Böylece; sadece niceliksel büyümenin yeterli olmadığı, bunun kısa vadede işe yarasa da uzun vadede her tür nitelikle daha fazla desteklenmedikçe sonlu bir cennet yaratacağı tekrar ve tekrar görülmüş. Ama bu zaman almış, ama zaten bunun da zaman alması gerekiyormuş, ama zaman pek kıymetliymiş, ama zamanı dene-yanıl-zorlan-öğren ile geçirmek daha da kıymetliymiş, ama bu ne zaman bitecekmiş, ama bu zaten hiç bitmez, "her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası" imiş, ama geriye dönüş varmış, ama zamanında atlanan basamaklara dönüp basmak gerekirmiş, ama artık herkes zorlanmaya başlamış, ama öldürmeyen acı güçlendirip sıkılaştırırmış, ama hayal edilen bu değilmiş, ama “… sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız?” imiş. Sonuçta şimdi gereken tek şey; öğrendiklerini uygulamak için daha fazla zamanmış ya da sonlu cennetler yeniden ve daha yüksek maliyetlerle yeniden kurulacakmış. Yani, yazı-tura değil ya devlet başa ya kuzgun leşe imiş, ama sık sık pikniğe gidip mangal yapmak, futbol oynamak ve vasattan çok ayrı düşmemek de gerekirmiş.
Bense durumu kendi kendime şöyle anlıyorum: Modernleşme veya muasırlaşma, yani 200 yıllık derdimiz-tasamız, aslında ekonominin nitel ve nicel olarak kalkınmasına dair fikirlerden ve çabalardan ibaret. Siyaset de kalkınma amacıyla ekonominin regüle edilmesi konulu faaliyetlerden mürekkep. Yürütme bu faaliyetlerin dinamik oyuncusu, yasama bu faaliyetleri içeren çerçevenin meşruiyet sağlayıcısı ve yargı da bu çerçevenin adaleti sağlayan koruyucusu. Eski ve yeni model tüm formlarıyla sivil toplum, bu faaliyetlerdeki paylaşımı kendi lehine etkilemeye çalışan çıkar grupları. Birey de tüm bu faaliyetlerin hem hak hem de sorumluluk sahibi olan en küçük ve en gerçek üyesi. Ülke bazında olan bu yapının bir üstünde de az-çok aynı fonksiyonlara sahip unsurlardan oluşan küresel yapı yer alıyor. Herkesin ve her şeyin odağı da ortadaki büyüyüp-küçülen pasta, pastadan alacakları ve almaya devam edip etmeyecekleri. İşte bu arka planda ekonomik kalkınmanın muradı; tüm aktörleri az-çok aynı sayfada tutup, kahramanları bazen gerekli istisna vasatları da genellikle kural belleyip pastayı ve pastadaki payı kalıcı/sürdürülebilir bir şekilde büyütmek. Her şeyi kendisi yapamayacağı için de diğerleriyle iyimser bir ihtiyatla işbirlikleri yapmak. Hem haklı hem de alacaklı olmak için de nicel-nitel kapasiteyi geliştirmek ve küresel insanlık sofrasına katkıda bulunmak.
Bu dokümanda sunulan verilerde Türk ekonomisinin birçok kalemde diğer ekonomilerden daha çok ve hızlı büyüdüğü görülüyor. Ekonomik kalkınma yolunun uzun bir bölümünün kat edildiği doğru, ama rakiplerin de yürümeyi sürdürdüğü bilgisiyle kalan bölümünün daha uzun olduğu da doğru. Bireyler ve kurumlar gibi ülkeler de yine dene-yine yenil-daha iyi yenil döngüleriyle deneyim kazanıyor. Bugün gelişmiş ekonomi olarak nitelenen ülkeler kuşaklar süren döngülerle bu noktaya gelmişler ve Türkiye de kuşaklar sürmüş döngülere sahip. Tüm ülkeler için bu döngüler sürüyor. Farkı oluşturan, kimin döngüyü daha hızlı ve etkin bitirip yenisine başladığı oluyor. Bu süreçte Türkiye’nin gelişmekte olan ekonomiden gelişmiş ekonomiye dönüşümünün hemencecik biteceğine veya asla bitmeyeceğine inanmak gerçekçi değil. Başarıları ve başarısızlıkları azaltmak, görmezden gelmek de bir o kadar gerçek dışı. Çünkü, ne umutlandığımız kadar kolay oluyoruz, ne de endişelendiğimiz kadar kolay ölüyoruz. Sonuçta Türkiye büyüyor ve daha da büyüyecek potansiyele sahip. Mesele, bireyin hem kendi hem de içre olduğu “memleket” için bu büyümeye ne kadar ve nasıl katkı sağlayacağı. Yani, BİZİ ÇALIŞMAK KURTARIR veya önce KENDİ BAHÇEMİZE BAKALIM.