Kamuda mutlak surette planlı ekonomi geri dönülmelidir
Şeffaflık, hesap verebilirlilik ilkelerinden taviz verildiğinde, tarih, denetimsiz gücün yolsuzluğa ve adaletsizliğe neden olduğunu, ülkeleri sosyal ve ekonomik krizlere sürüklediğini gösteren örneklerle dolu.
Dr. Ali Tigrel
DPT Eski Müsteşarı
Planlama, genel olarak “belirli bir amacı gerçekleştirmek için harekete geçmeden önce yapılan hazırlıklar” şeklinde tanımlanabilir. Planlama iki temel fikre dayanır. Birincisi, amacın ve istenilen sonucun açık olarak belirlenmesi, ikincisi de söz konusu amacın gerçekleştirilmesi için gerekli faaliyetlerin önceden tespit edilmesidir. Planı gerçekleştirmek üzere kullanılacak nitelikli insan gücünün sağlanması ve bunların yapacakları işlerin tanımlanması, doğal ve mali kaynaklar ve dış imkânların belirlenmesi, bütün bu kaynakların belirlenmiş ihtiyaçlar arasındaki önceliklere göre dağıtılması planlamanın temel faaliyet alanlarıdır.
Çağdaş ekonomi bilimi, kalkınma konularına eğilmiş, ekonomik ve sosyal hayatın çeşitli yönlerini ve bunlar arasındaki ilişkileri incelemiş, planlama ismi verilen tekniği geliştirmiştir. Planlama ile kalkınmanın hızlandırılması ve aynı zamanda dengeli olarak yürütülmesi amaçlanmaktadır. Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde ekonomik ve sosyal kalkınma için planlama önemli bir araç olarak benimsenmiştir.
Ülke ölçeğinde planlama, sistemli düşünceye yer vermek, eldeki kısıtlı kaynakları önceden belirlenmiş amaçlara göre ayırmak ve bu amaçları kısıtlı imkânların elverdiği ölçüde sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında, planlamanın Türkiye gibi gelişmekte olan ve kaynak sıkıntısı çeken ülkeler için yaşamsal derecede önem taşıdığı kolaylıkla söylenebilir.
Ülkemizin 2023 yılı Şubat ayının ilk haftası içinde uğradığı olağandışı deprem felaketi ekonomimize büyük darbe vurmuş, planlı ekonomiden uzaklaşılmasının maliyetinin ne kadar yüksek olabileceğini de ortaya koymuştur.
Türk sanayiinin gelişiminde planlamanın temeli 1933 yıllarına dayanıyor
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada planlı kalkınma yöntemi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında genel kabul görmüştür. Planlı kalkınma ile ekonomik kalkınmanın hızlandırılması, savaş etkisinin azaltılması ve gelişmiş ülkelerle olan ekonomik gelişmişlik farkının kapatılması amaçlanmıştır. Başta Dünya Bankası olmak üzere uluslararası ekonomik kuruluşlarca, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde planlı kalkınma yönteminin kabul edilmesi yönünde önerilerde bulunulmuştur.
Türkiye’de planlı kalkınma yöntemi üzerinde, sanayi planlarına (1933) kadar geriye giden düşünce alanında bir hazırlık dönemi bulunmaktadır. Dünyadaki eğilimlerin de etkisiyle, planlı kalkınma yöntemi yönünde 1950 sonrasında gelişmeler daha da hızlanmıştır. Uluslararası ekonomik kuruluşların desteğiyle plan hazırlama ve Planlama Teşkilatı kurma çalışmaları yapılmıştır.
Türkiye’de totaliter anlamda bir planlama kabul edilmemiştir. Demokratik kalkınma ilkesi benimsenmiştir. Kalkınma planı hükümleri kamu kesimi için emredici, özel kesim için yol gösterici olarak belirlenmiştir.
Ülkemizde kabul edilen planlı kalkınma yönteminde ekonomik kalkınmanın plana bağlanması yanında sosyal ve kültürel kalkınmanın da plana bağlanması benimsenmiştir. Sosyal ve kültürel kalkınma göz ardı edilmemiş, ekonomik kalkınmaya paralel olarak gerçekleştirilmesi düşünülmüştür.
Planlama 61 Anayasası ile güvence altına alındı
1961 Anayasası planlı kalkınma yöntemini kendi güvencesi altına almış, kalkınma planları ve yıllık programları hazırlamakla görevli olarak kurulan, bir teknik uzmanlık kurumu ve Hükümetin yüksek düzeyde danışma organı olan “Devlet Planlama Teşkilatı’nı” Anayasal bir kuruluş haline getirmiştir. Böylece, ülkenin tüm ekonomisinin tek elden izleyebilecek ve uzun vadeli hedefleri değişen şartlara göre revize edebilecek bir üst kurum oluşturulmuştur.
91 sayılı Kanun’la Devlet Planlama Teşkilatı kalkınma planlarını hazırlamakla görevlendirilmiş, Yüksek Planlama Kurulu ve Merkez Teşkilatı olmak üzere iki birimden oluşturulmuştur.
Yüksek Planlama Kurulu eşit sayıda siyasi makamlardan (bakanlar) ve planlama uzmanlarından (planlama üst düzey yöneticileri) oluşturulmuştur. Kurulda, kalkınma planları ile ilgili siyasi sorumluluğu taşıyan bakanlarla, teknik üyelerin eşit sayıda temsil edilmesi tartışma konusu olmuş ve zaman içinde Yüksek Planlama Kurulu’nun yapısında değişikliklere yol açmıştır.
Kamu kurum ve kuruluşlarıyla kalkınma planı ve yıllık programların hazırlanmasında, Planlama Teşkilatı ile yakın işbirliği içerisinde bulunulması gerektiği hükme bağlanmıştır. Bilgi akışında ciddi kolaylıklar getirilmiştir. Diğer kamu kurum ve kuruluşları Planlama Teşkilatı’nın istediği bilgileri sağlamak zorunluluğunda tutulmuşlardır.
Planlama Teşkilatı personeline Türkiye’de ilk defa kadro karşılığı sözleşme yapılma olanağı sağlanmıştır. Ayrıca Planlama bünyesinde ihtiyaç duyulan yetişmiş personelin sağlanabilmesi için, üniversiteler ve diğer kamu kuruluşlarından kadroları bağlı oldukları kurumlarda kalmak kaydıyla, Planlama Teşkilatında sözleşmeli olarak çalıştırılması hukuki düzenlemelerle sağlanmıştır.
77 sayılı Kanun’la kalkınma planlarının TBMM de kabul edilmesinin yöntemi düzenlenmiştir. Bütçe Kanunu’nda olduğu gibi Kalkınma Planı için de ayrı görüşme yöntemi kabul edilmiştir. Böylece kalkınma planı (yıllık programlar) ile bütçenin hazırlanmasında paralellik ve koordinasyon sağlanmıştır.
Plansızlık ve keyfiliğin bedeli
Türkiye Ekonomisi 2014 yılından itibaren ciddi olarak rotadan çıkmıştır. Büyüme modeli tıkanmıştır. Tek kişilik vesayet rejiminin inşası başlamış ve bu süreç işleri iyice zora sokmuştur. 2018 Haziran ayı başından bu yana dört tane Merkez Bankası Başkanı görülmüştür. Gece yarısı kararnameleriyle Merkez Bankası Başkan Yardımcıları apar topar değiştirilmiştir. Merkez Bankası’nda genel müdürlüklerden birim müdürlüklerine kadar orta ve alt kademede 100’e yakın yönetici görevden alınmıştır. Rasyonel yönetilen hiçbir ekonomide böyle bir durumun olması düşünülemez.
Özellikle vurgulanması gereken bir husus ise şudur: Elimizdeki tüm makro ve mikro ekonomik bilgiler, Cumhurbaşkanı’nın yürütmenin başı olduğu Partili Cumhurbaşkanı Rejimi’nde ekonominin bir önceki rejime, yani Güçler Ayırımına Dayalı Parlamenter Sisteme göre daha kötü bir duruma düştüğüne işaret etmektedir.
COVID-19 salgınının yansımaları devam ederken, Rusya-Ukrayna savaşı ve göçmen sorunu ile artan dış sorunlar da eklendiğinde, 2022 yılı sonu itibariyle zaten iç içe geçmiş çok sorunlu bir küme ile karşı karşıya olan Türkiye Ekonomisi şimdi de büyük bir deprem felaketinin yaralarını sarmak durumundadır. Bu kolay olmayacaktır. Ciddi bir planlama ve yepyeni bir yönetim anlayışı ihtiyacı vardır.
Türkiye deprem riskini sürekli yaşayan bir ülke
6 Şubat 2023 tarihinde Güneydoğu bölgemizde 10 ilimiz aynı gün içinde 7.7 ve 7.6 şiddetinde iki depremle büyük yıkıma uğradı. Yeryüzünde böylesine yıkıcı bir deprem işleyişi bugüne kadar görülmemiş, olağanüstü bir durumla karşılaşılmıştır. Bu olay, kapsadığı çok geniş alan ve neden olduğu tahribat nedenleriyle, Türkiye’nin son yüzyılda yaşadığı belki de en büyük deprem felaketidir.
Hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı on binlerle, yaralı olarak kurtarılan vatandaşlarımızın sayısı ise yüzbinlerle ifade edilmektedir. Kayıplarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve başsağlığı, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum.
Ekonominin genel durumunda gördüğüm sorunlara geçmeden, yaşadığımız bu büyük felakette çıkarılması gereken önemli dersler olduğunu ve bunları özellikle Türkiye’yi yönetenlerin layıkıyla idrak etmesi gerektiğini özellikle vurgulamak istiyorum.
Türkiye deprem riskini sürekli yaşayan bir ülkedir. 24 ilimiz doğrudan fay hatları üzerinde kurulmuştur. Ülke genelinde 6 milyon üzerinde riskli yapının bulunduğu tahmin edilmektedir. Depreme karşı önlemler bugüne dek maalesef yetersiz kalmış, plansız yapılaşma sorunları süregelmiş, bilim adamlarımızın tüm uyarılarına rağmen siyasi amaçlı imar aflarından vazgeçilmemiştir.
Ülke genelinde deprem sigortalı konut oranı yüzde 55 iken afet bölgesinde bu oran yüzde 50 civarındadır. Unutmamak gerekir ki afet yönetiminin ilk ve en önemli kısmı kriz risk yönetimidir. Risk yönetimi olmadan kriz yönetiminde başarılı olmak mümkün değildir.
Türkiye, deprem öncesi afet riskini, Japonya örneğinde olduğu gibi, mutlaka yönetilebilir ve kabul edilebilir seviyelere indirmek zorundadır.
Yaşadığımız bu son deprem felaketine uğrayan 10 ilimiz ülkenin toplam nüfusunun yüzde 15.7’sini oluşturmaktadır. Söz konusu illerin GSYH içindeki payı yüzde 9.3, tarımsal katma değer içindeki payı yüzde 14.3, imalat sanayi katma değerindeki payı yüzde 11.3, toplam ihracatımız içindeki payı ise yaklaşık yüzde 8.5’dir. Bunlar ciddi rakamlardır. Türkiye ekonomisinin bu büyük felaketten olumsuz yönde etkileneceği açıktır.
Temennim, devletimizin, vatandaşlarımızın çabaları ve katkılarıyla depremin yarattığı tahribatın makul bir sürede giderilmesidir.
Bu noktada değinmeden geçemeyeceğim önemli bir husus daha var. Yaşadığımız bu büyük deprem, ülkemizdeki yönetim sisteminin ve organizasyonunun yetersiz olduğunu bize acı biçimde göstermiştir. Çünkü yetki ve sorumluluk devri layıkıyla yapılamayan bir sistemin sıkıntısız işlemesi mümkün değildir.
51 yıllım DPT kapatıldı, krılganlık başladı
Kalkınma planı yöntemiyle, kamu kesiminin ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetleri bir düzen altına alınmıştır. 1961 Anayasası, 91 ve 77 sayılı kanunlarla Türk plancılığının hukuki temeli tamamlanmıştır.
Gerek Türk plancılığının gelişme dönemi olarak kabul edilen 1962-1980 döneminde gerekse de değişme dönemi olarak görülebilecek 1980 sonrası dönemde idari ve hukuki yapıda önemli değişiklikler olmuştur. Bunların ayrıntısına bu yazı kapsamında girilmeyecektir.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), 8 Haziran 2011 tarihine kadar 51 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2011 seçimlerinden sonra kurduğu 61. Hükümet döneminde DPT kapatılmış, DPT’nin halefi olarak Kalkınma Bakanlığı kurulmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle beraber, Kalkınma Bakanlığı’nın tüzel kişiliği de 9 Temmuz 2018’de son bulmuştur. Kalkınma Bakanlığı’nın yerine Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı kurulmuştur.
Devlet Planlama Teşkilatı’nın kapatıldığı dönem, aynı zamanda, ekonomi politikalarında keyfiliğin arttığı ve küresel risk iştahının azaldığı dönemle büyük ölçüde örtüşmektedir. 2008-2009 küresel krizi önemli merkez bankalarının olağanüstü parasal genişlemesiyle aşılmıştı. 2013 Mayıs ayında ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke’nin para musluklarını kapatma sinyali vermesiyle beraber, gelişen ve yükselen ekonomilerin kırılganlıkları daha çok dikkat çeker hale gelmiştir. Türkiye ekonomisi, bu tarihten itibaren en kırılgan ekonomiler listesinde hızla üst sıralara yükselmiştir.
Ekonomideki sorun alanları
Aşağıda deprem öncesinde zaten var olan belli başlı sorun alanları özetlenmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki söz konusu sorun alanlarının deprem felaketinin etkisiyle daha da derinleşebileceği açıktır.
- Bütçe içinde manevra alanı kalmamıştır. İlave vergi ve stopaj artışları çözüm olmayacaktır. İktidarın esas yapması gereken kamu harcamalarında radikal kesintilere gitmek, her türlü israftan kaçınmak ve yapılabilirliği tartışmalı tüm yatırım projelerinden vazgeçmektir. Aksi takdirde, bütçe açığı hedeflenen düzeyi önemli ölçüde aşacak, borçlanma baskısı artacak, zaruri bazı hizmetlerde ciddi aksamalar olacaktır.
- Türkiye’nin dış borçları aşırı yüksektir. 2011 yılının son çeyreğinden itibaren adeta bir dış borç patlaması yaşanmıştır. Dış borç artış hızı Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’ne geçildikten sonra ivme kazanmıştır. Toplam Brüt dış borcun GSMH’ya olan oranı 2011 yılı sonunda yüzde 36,4 iken 2022 yılı üçüncü çeyreği sonunda yüzde 54.7 olmuştur. Önümüzdeki 12 ay zarfında yapılması gereken dış borç servisi 190 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu noktada 2009 yılında yapılan ve sonuçları sonradan ortaya çıkan büyük bir hatayı hatırlatmak gerekir. Söz konusu yıl içinde alınan bir kararla döviz geliri olmayan şirketlere de dış borçlanma olanağı sağlanması, sonraki yıllarda özel kesimin dış borçluluğunun hızla artmasının arkasında yatan temel nedenlerden biridir. Mevcut borçluluk tablosunun kısa ve orta vadede Türkiye ekonomisine ciddi bir maliyet getireceği kesin gibidir.
- Ekonominin toplam faktör verimliliğinin (teknoloji, Ar-Ge, beşeri sermaye, eğitim, altyapı gibi faktörler) düşüklüğü büyüme hızını aşağı çekmektedir. Dış borçlanma ile sağlanan kaynakların doğru yerlerde kullanıldığını söylemek zordur. Sürdürülebilirlik ve öngörülebilirlik olumsuz yönde etkilenmiştir. Deprem felaketi işleri daha da zora sokmuştur. Bu şartlar altında, sağlıklı ve sürdürülebilir bir kalkınma patikasına geçmek zordur.
- Kronik birçok sıkıntının yanında Türkiye ekonomisinin giderek daha fazla göze çarpan iki ciddi yapısal sorunu vardır. Bunlardan birincisi özellikle yüksek katma değerli üretimin dışlanması, diğeri ise dış ticarete konu mal üretmeyen inşaat sektörünü ne pahasına olursa olsun lokomotif sektör olarak gören zihin yapısıdır. Katma değeri düşük olan tarımsal üretimde bile ciddi gerileme olmuştur. Yurtiçi üretim ve ihracatın ara ve yatırım malı ithalatına bağımlılığı artarak devam etmektedir. Bu durum cari açığı arttırmakta, tasarrufları olumsuz etkilemekte ve dövize olan talebi yukarı yönlü etkilemektedir.
- 2022 yılının ilk yarısında yükselen enflasyon ve Ukrayna savaşı nedeniyle artan belirsizliğin yanı sıra döviz kurundaki artışlar karşısında bireyler tüketim talebini öne çekmişler ve yurtiçi talebe dayalı bir büyüme gerçekleşmiştir. Ne var ki cari işlem açığı öngörülenin aksine adeta patlamış, 2021 yılı sonunda 7.2 milyar dolar iken 2022 yılı sonunda 48.8 milyar dolar olarak gerçekleşmiş, GSMH’nin yüzde 6’sına yaklaşmıştır. Cari açığın yarısı tarihte görülmemiş ölçüde kaynağı belli olmayan döviz girişi ile finanse edilmiştir. Bu durumun sürdürülebilir olmadığı açıktır.
- Göz ardı edilmemesi gereken bir önemli husus da şudur: Türkiye son 20 yılda yaklaşık 4.1 trilyon dolar ithalat yapmış, buna karşılık aynı dönemde ihracatı 2.8 trilyon dolar olmuştur. Bir başka deyişle, Türkiye son 20 yılda yaklaşık 612 milyar dolar cari işlem açığı vermiş ve aldığı borçlar karşılığında 112 milyar doları dış borç olmak üzere 545 milyar dolar faiz ödemiştir. Bu rakamlar ekonominin ne kadar büyük bir yapısal sorun ile karşı karşıya bulunduğunun bir göstergesidir. Deprem felaketinin bu tabloyu daha da ağırlaştırması söz konusudur. İçinde bulunduğumuz bu son derece tatsız durumun kazanmadan harcamamızın bir sonucu olduğunu görmek gerekir.
Merkez Bankası’nın itibarının düşüşü engellenemedi
- Dar gelirli kesim büyük zorluklar içindedir. Ücretler gerçek enflasyonu yansıtmaktan uzak olan resmi rakamlara göre ayarlanmakta, bu da gelir dağılımını bozmaktadır. Para politikası ciddi kusurludur. Yanlış siyasi söylemler üzerine bina edilen para ve kredi politikası ekonomiye ciddi hasar vermiştir. Makro-kırılganlık endeksi, deprem öncesinde bile 2001 krizindeki seviyesini geride bırakmıştır. Deprem sonrasında daha yüksek bir düzeye yükseldiği kesindir.
- Enflasyon dinamiklerini oluşturan dört temel faktörün sırasıyla kur krizleri, aşırı negatif reel faiz, kontrolsüz parasal genişleme ve Merkez Bankası itibarının düşüşü olduğu adeta unutulmuştur. Israrla sürdürülen aşırı negatif reel faiz politikası yüzünden makro finansal sistem büyük hasar görmüştür.
Merkez Bankası bağımsızlığı, ekonomi literatüründe olmazsa olmaz bir kuraldır
- Dünyada artan enflasyon karşısında önemli merkez bankalarının parasal sıkılaşmaya yönelik önlemleri ve bu kapsamda politika faiz oranlarını yükseltmeleri, Türkiye’nin aşırı yüksek seyreden risk priminin (CDS) dış finansman koşullarını zora sokması ve maliyetleri yükseltmesi büyümenin finansmanı ve dış borç servisi üzerinde baskı yaratmaktadır. Deprem felaketine bağlı olarak bu baskının daha da artması söz konusudur.
- Ülke kalkınmasında büyük rolü olan tasarruf oranı 2000’li yılların başında yüzde 22 civarında iken bugün yüzde 5-6 aralığına düşmüştür. Yurttaşların tasarruf eğiliminden kopmasının temel nedeni hızla düşen alım gücüdür. Hızla düşen alım gücüne neden olan temel dinamik ise aşırı negatif reel faiz politikasıdır.
- Döviz rezervleri yeterli olmaktan çok uzaktır. Türkiye salgının başından bu yana en fazla rezerv harcayan fakat parası en çok değer kaybeden ülke durumuna düşmüştür. Çok ciddi makro finansal hatalar yüzünden Merkez Bankası rezervleri eritilmiştir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Merkez Bankasının net rezerv pozisyonu eksiye düşmüştür. Brüt rezerv/Bir yıldan az vadeli dış borçlar oranının en az BİR olması gerekirken söz konu oran bugün 0.5 civarındadır.
- Merkez Bankası yürürlükte olan yasaya göre bağımsızdır ama gerçekte değildir. Merkez Bankası bağımsızlığı, ekonomi literatüründe olmazsa olmaz bir kuraldır. Siyasi etkilerden bağımsız olması gereken Merkez Bankası, sorumluluğuna giren her alanda, ekonominin genel durumunu göz ardı etmeden fakat fiyat istikrarına öncelik vererek bağımsız hareket edebilmelidir. Ancak maalesef mevcut durum böyle değildir.
- Bir başka ciddi sorun varlık fonudur. Borçlanabilmek amacıyla, cari açık ve bütçe açığı veren bir ülke için hiçbir zaman düşünülmemesi gereken bir yola gidilerek Varlık Fonunun kurulması vahim bir hata olmuştur. Olayı basite indirgersek, Varlık Fonunun kamu varlıkları ipotek edilerek üzerine kredi çekmek için kurulduğu açıktır. Fonun kapsamına çok önemli ve büyük kamu şirketleri, kamu bankaları, kamu işletmeleri ve hazine malları alınmıştır. Aslında Fon, kabul görmüş yönetim kavramlarının birbirine karıştırıldığı, şeffaflık ilkesinden uzak paralel bir hazine görünümünde olup para ve maliye politikalarının koordinasyonunu ve etkinliğini zora soktuğu izahtan varestedir.
- Gücün, otoriter rejimlere benzer bir yoğunluk ile yürütme erkinde ve tek elde toplanması yatırımcılar ve kreditörler açısından önemli bir sorun olarak görülmektedir. Vergi bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile hukuk devleti ilkelerine yönelik ihlaller, denetleyici ve düzenleyici kurumların etkisini ve işlevini yitirmesi ve nihayet Meclis’in denetleme ve hesap sorma gücünü kaybetmesi tedirginlik yaratmaktadır.
Şeffaflık, hesap verebilirlik, dürüstlük ilkelerinden uzaklaşılmamalı
- Bir başka ciddi sorun yolsuzluk iddialarıdır. Ekonomi tarihi, yolsuzlukların ekonomik gelişmeyi ne kadar olumsuz etkilediğini gösteren örneklerle doludur. Yolsuzluklar, kamu yatırımlarının maliyetini yükseltmiş, ekonomik belirsizliğin artmasına yol açmış, kaynak verimliliğini büyük ölçüde bozmuş, sürdürülebilir kalkınma için elzem olan öncelikleri ve teknoloji tercihlerini olumsuz yönde etkilemiştir. Yolsuzluklara bulaşmış iktidarların, yapılabilirlikleri tartışmalı olsa bile büyük altyapı ihalelerine ölçüsüz düzeyde ağırlık verdikleri görülmüştür. Ülkemize gelince, Kamu İhale Kanunu’nda (KİK) bugüne kadar yapılan 200’e yakın değişiklik ile kanunun amaçlanan şeffaflık, hesap verebilirlik, dürüstlük ilkelerinden uzaklaşıldığı ve anlamsızca genişletilen istisna kapsamıyla denetim ve adil rekabetin sağlandığı kamu alım ve ihaleleri oranının özellikle Devlet Planlama Teşkilatı’nın ılga edilmesinden sonra hızla düştüğü bilinmektedir. Elimizdeki tüm veriler, ülkemizdeki yaygın yolsuzluk algısının hukuk devleti ilkeleri, basın ve ifade özgürlüğü, sivil toplumun gücü gibi konularla doğrudan ilintili olduğuna işaret etmektedir. Güçler ayrılığının çalışmaması, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı üzerindeki ciddi soru işaretleri, kamu özel işbirliği (KÖİ) projelerinde ve özelleştirme uygulamalarında göze çarpan kamu çıkarına aykırı ihale süreçleri öne çıkan sorunlar arasında görülmektedir (Uluslararası Şeffaflık Örgütü raporları).
- Liyakat konusu unutulmuştur. Kilit atamaların liyakat esaslarına göre değil ideolojik tercihlerle yapılması devlet idaresini zafiyete uğratmıştır. Bugün yaşadığımız deprem felaketinde bölge vatandaşlarımız bu sorunla fazlasıyla yüzleşmiştir.
- İşsizlik çok ciddi bir sorun haline gelmiştir. Geniş tabanlı işsizlik oranı yüzde 30’a dayanmıştır. İşsizlik ülkenin en önemli meselelerinden birine dönüşmüşken Türkiye, 2011’den sonra yaptığı dış politika hatalarının sonucu olarak şimdi de devasa boyutlara doğru giden bir göçmen krizi ile boğuşmaktadır. Açık söylemek gerekirse, iyi tasarlanmış bir strateji ile üzerine gidilmediği takdirde bu büyük sorunun uzun vadede çok ciddi siyasi, sosyal ve ekonomik etkileri olacağı kesindir.
Ne yapmalı?
Büyük İngiliz yazarı William Shakespeare’in şu sözü gerçekten önemlidir:
“Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez”
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına bir güven krizi ile giren Türkiye Ekonomisi şimdi de tarihinin en büyük deprem felaketine uğramış, büyük bir darbe yemiştir. Deprem felaketinin yol açtığı yaraların sarılması ve ekonominin bir toparlanma sürecine girebilmesinin ön koşulu ekonomiyi yönetenlere güvenin geri gelmesidir. Plansızlığın ayyuka çıktığı, ekonominin bir yaz-boz tahtasına dönüştüğü bir dönemin sorumluları ile güvenin geri kazanılması zordur. Belki de en doğrusu tüm siyasi hesaplar bir tarafa bırakılarak, en azından deprem yaralarının sarılacağı dönemde bir milli mutabakat hükümeti kurulması ve liyakat sahibi kişilerin ekonominin kilit noktalarına getirilmesidir. Unutmayalım ki sermaye ile barışık olmayan, toplumsal mutabakatı göz ardı eden ve toplumsal mutabakatı evrensel mutabakat düzeyine çıkartamayan toplumların refaha ulaşmaları ve yarının dünyasında saygın bir yer edinmeleri mümkün değildir.
Türkiye’yi yönetenlerin öncelikli hedefi ülke içinde sağlam, uluslararası rekabet gücüne sahip, birbiriyle barışık ve müreffeh bir toplum yaratmak olmalıdır. Bunun için kuramsal olarak en doğru ekonomik, mali, parasal ve kurumsal tedbirlerin bile yeterli olmayabileceğini görmek gerekir. Çünkü iç ve dış siyaset normalleşmeden, parlamenter demokrasiye geri dönülmeden, hukuk ve yargı sisteminin tarafsızlığı ve bağımsızlığı tam olarak tesis edilmeden, kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizmaları şeffaflık içinde çalışmadan, kilit atamalar liyakat esaslarına göre yapılmadan, Merkez Bankası ve TÜİK gibi kurumların bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmadan ve toplumu kutuplaştırıcı söylem ve politikalardan vazgeçilmeden beklentiler olumluya dönmez ve uygun bir yatırım iklimi oluşmaz. Ve açıkçası, uygun bir yatırım iklimi oluşmadıkça deprem yaralarının layıkıyla sarılması ve ekonominin bir toparlanma sürecine girmesi kolay olmaz.
Kamuda mutlak surette planlı ekonomiye geri dönülmelidir. Kanal İstanbul gibi yapılabilirliği son derece tartışmalı çok büyük ve anlamsız projeler gündeme bile getirilmemelidir. Ülkenin geleceğini ipotek altına alan köprü, havaalanı, şehir hastanesi, otoyol gibi gelir garantisi verilen yeni YİD projelerine girişilmemelidir. Halen var olanların kamulaştırılması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Kamuda harcamaların şeffaf ve denetlenebilir olmasına özen gösterilmeli, tasarruf tedbirlerine başta Cumhurbaşkanlığı ve TBMM olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşları uymalıdır.
Merkezi yönetim bütçesinde bir taraftan sıkı tasarruf tedbirleriyle harcamalar azaltılırken gelir artışına da önem verilmelidir. Büyüme dostu olmayan dolaylı vergiler yerine dolaysız vergilerin arttırılması yoluna gidilmelidir. Deprem yaralarının sarılması döneminde servet vergisi uygulanması düşünülmelidir. Deprem için toplanan iç ve dış yardımların etkin koordinasyonu için acilen yeni bir kurumsal yapılanma ihtiyacı vardır. Ülke içinden ve dışından gelen ve gelecek deprem yardımlarının en doğru şekilde kullanılabilmesi için ciddi bir kriz yönetim sistemi kurulmalıdır. Tıkanan vergi yargısı sistemi de yeniden gözden geçirilmelidir.
Ülkemizin bugün karşı karşıya olduğu sorunların özünde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, diğer bir ifade ile iktidar gücünün denetlenememesi yatmaktadır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız çalışması demokrasinin ve çağdaş bir anayasanın olmazsa olmazıdır. Tarih, denetimsiz gücün yolsuzluğa ve adaletsizliğe neden olduğunu, ülkeleri sosyal ve ekonomik krizlere sürüklediğini gösteren örneklerle doludur. Gerek iktidar gerekse de muhalefet, jeopolitik, ekonomik, askeri ve iklim gelişmelerinin küresel istikrarı ciddi biçimde tehdit ettiği bir dönemde Türkiye’nin tarihten ders alınması gereken bir zaman dilimi içinde bulunduğunu ve çok yönlü risklerle karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır.
Zaman, siyasi hesapların zamanı değildir ve olmamalıdır.