Cengiz Solakoğlu: Bir yöneticinin ufku oturduğu masada karşı duvara kadardır

“Benim hayatımda iki üniversite var, ilkinin hocaları Türk halkıydı, müşterilerimizdi, diğer hocam da Vehbi Koç’tu” diyen Cengiz Solakoğlu ile anılarına doğru bir yolculuğa çıktık, bu hafta. Koç Holding çatısı altında 38 yılını geçiren ve bugün Şok Marketler Yönetim Kurulu Başkanı olan Solakoğlu’nun deneyimlerini dinlerken cebimize de kıssadan hisseleri aldık.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Cengiz Solakoğlu: Bir yöneticinin ufku oturduğu masada karşı duvara kadardır

Doğan Selçuk ÖZTÜRK

● Cengiz Bey, hayat hikâyenizi kısaca dinleyebilir miyiz?

1943 Erzurum doğumluyum. Erzurum’un varlıklı ailelerinden birinin büyük çocuğuydum. O dönemde Türkiye’de sanayi gelişmemişti. Yerli malı yok denecek kadar azdı. Ticarette de bin bir çeşit diye adlandırılan mağazalar vardı. Kırtasiyeden elektrik malzemesine, radyodan kitaba kadar her çeşit ürünün satıldığı bir mağazada tezgâhın arkasına geçtiğim zaman yedi yaşındaydım. 1955 yılında Erzurum’dan İstanbul’a göçtük. Bu arada dedem Tahtakale’de ticaret yapıyordu. Sultanahmet Ticaret Lisesi’ni ve İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim. Edremit’te yaptığım 24 aylık askerlik hizmetinden sonra İstanbul’a döndüm. Evlenmiştim ve bir oğlum vardı. Babamın evinden ayrı eve çıkmak için bir iş bulmak ihtiyacındaydım. Babamla çalışmayı arzu etmedim. Babamın yurt dışında olduğu bir sırada gazete ilanına başvurarak o dönemde Koç’un en büyük şirketlerinden biri olan Beko Ticaret’te satış elemanı olarak işe başladım. Bu yolculuk 38 sene boyunca keyifli ve başarılı biçimde devam etti.

İnsanın bir işte başarılı olması için o işi çok sevmesi, benimsemesi lazım. Birinci kural bu. Benim bir tabirim var: İşine ve eşine koşarak gidenler hayatta başarılı olur, uzun yaşarlar. Çok şükür o dengeyi kurdum. İkincisi başarı bireysel değildir, takım oyunudur. Çalıştığım bütün arkadaşlarıma güvendim ve onlarla uyum içinde çalıştım. İşe alırken çok dikkatli oldum ve onların olumsuz yönlerini olumluya çevirmek için gayret sarf ettim. Ayrıca karşı tarafın zararına ve mutsuzluğuna iş yapmadım. Sorumluluk sahibi insanlara yetki vermekten çekinmedim ve ortak aklı hâkim kıldım. Tek akıldan her zaman korktum. Hep hayal kurdum. Önüme hedefl er koyarak tutkuyla çalıştım. Elde ettiğim başarılarla da yetindim. Daha ilerisini zorlamadım, Kayseri’nin “yetişemediğin köyün berisinde yat” sözünü benimsedim.

BAŞKA ÇAREM YOKTU

● Koç Holding’de 38 yıl, dile kolay...

İşe başladığımda ne pazarlama ne de satıcılık vardı. Vapurda iğne-iplik, tıraş bıçağı satanlara satıcı deniliyordu. Satıcılığı aşağılayıcı bir unvan olarak görmüş ve epey üzülmüştüm ama başka çarem yoktu.

Başladıktan sonra baktım ki satıcılık çok önemli bir meslek. Psikoloji bilmeyi, empati yapmayı, anında karar vermeyi, insanlarla iyi iletişim kurmayı gerektiriyor. Kısa sürede Anadolu’yu dolaştım; sözlü kültürle yetişmiş, kalburüstü tüccarlarla, onların özlü sözleriyle, taşı gediğine koyan fıkralarıyla 30-40 günlük seyahatleri zevkli hale getirdim. İşe girdikten dokuz sene sonra genel müdürüm Koç Holding’e tayin edilince -henüz 33 yaşındaydımyerine beni aday gösterdi ve genel müdür yardımcısı olmadan şirketin genel müdürü oldum. O dönem Türkiye’nin çok çalkantılı bir dönemiydi. İlk altı ay bir sivil polisin sekreter masasında oturması ile iş yaptım. Ölüm tehditleri alıyordum. Bu dönemler geldi geçti. İşlerimiz çok iyi gitti. Bizi yakından takip eden Rahmi Koç beni Arçelik’in pazarlama ve satış şirketi Atılım A.Ş.’ye tayin etti. Fabrika genel müdürlüğüne yeni tayin edilen Hasan Subaşı ile kurduğum güvene dayalı ilişki neticesinde ekibimizle birlikte zarardaki fabrika ve dağıtım şirketini kâra geçirdik. Sekiz senenin sonunda Hasan Subaşı ile birlikte Koç Holding’de görev almamız istendi. Migros, Tat ve Maret’in büyütülme projelerinde yer aldım. Hasan Subaşı benden iki yaş büyüktü. İki sene önce emekli olunca Suna Hanım’ın da önerisiyle dayanıklı tüketim grubunun, o dönemde Koç grubunun en büyük şirketinin başkanı olarak iki sene görev yaptım. 2004 başında 60 yaş dolayısıyla emekli oldum. 18 yıldır Türkiye’nin önde gelen sanayi şirketlerinde yönetim kurulu üyeliği, yönetim kurulu başkanlığı ve danışmanlık yaparak iş hayatımı 55 yıldır kesintisiz bir şekilde yürütüyorum. Topluma yarar sağlayan tek kurumun siyaset olmadığını, sivil toplum örgütlerinde de bu işi yapabileceğimi gördüm ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nda 27 yıldır değişmeyen tek yönetim kurulu üyesiyim, dörder sene aralıklarla üç dönem de başkanlık yaptım.

O DÖNEMDE RAKİBİ SİLİP ATTIK

● Anadolu’dan iş hayatına dair neler öğrendiniz?

Anadolu insanının çok farklı özellikleri var. İnsanımızın değerler zenginliği beni çok etkiledi. Türkiye’nin o zaman 67 vilayeti vardı. İş için 65 vilayeti ve 600 küsur kazayı birkaç kere dolaştım. Bir yöneticinin ufk u oturduğu masada, karşı duvara kadardır. Anadolu’ya çıktığında uçakta yanında oturan kişiden, otobüsteki şoförden, konuştuğun bayiden ve o sırada mağazaya gelen müşteriden öğreneceğin çok şey vardır. Onları alır, harmanlar, pazarlama ve satış stratejisini çizersin. Bir bayide otururken kadın bir müşteri içeri girip “Otomatik çakmaklı, kendini yakan bir fırın varmış. Akıllı mıymış neymiş?” dedi. Ardından fırına akıllı fırın ismini koyup orada satış rekorları kırdık. O zaman akıllı (smart) kelimesi henüz kullanılmıyordu, 1983’ten bahsediyorum.

O kelimeyi bulan Denizlili kayınvalide çok başarılı olduğumuz bir kampanyanın ilk anahtarıydı. Aylık taksitlerle beyaz eşya satıyorduk. Rize’de mağazadayken tipik bir Karadeniz kadını geldi. “Oğul! Çay mahsulüne buzdolabı verin mi?” dedi. Bayi cevap verdi: “Anne bak, genel müdür burada, mahsule ürün veremeyiz. Biz aylık taksit biliriz, aylık taksit ödersen bu dolabı alırsın.” “Peki oğlum” deyip tam dükkândan çıkarken “Uy uşaklar! Sizin kafanız hiç çalışmayi... Bu sene seçim senesidir, hem mahsulün parasını peşin verecekler hem de fazla verecekler!” dedi, gitti. Bunun üzerine Karadeniz’de mahsule ürün satma kampanyası yaptık ve pazar payımızı inanılmaz ölçüde artırdık. Erzurum’da bir kadın otomatik çamaşır makinesi alacaktı. Aylık taksit rakamını öğrenince “Oğlum, burası İstanbul mu?” dedi. “Bu kadar parayı Erzurum’da kim verebilir?” dedi, gitti. Hasan Bey ile beraberdik. O zaman Türkiye’nin fert başına düşen milli geliri 2.000 dolar kadardı, Erzurum’unki ise 700 dolar. 1.000 doların altında olan bölgelerde vade farkı almadan dört taksit uzatalım, taksit miktarını aşağı çekelim dedik. 17 vilayette “doğuya özel kampanya” yaptık ve o dönemde rakibi silip attık. Bunlar benim oturduğum yerden ürettiğim sloganlar, kampanyalar değildi. Bunlar direkt müşteriden gelen mesajlardı. Benim hayatımda iki üniversite var, ilkinin hocaları Türk halkıydı, müşterilerimizdi, diğer hocam da Vehbi Koç’tu.

İNANILMAZ BİR GÖNÜL BAĞI KURDUK

● Bayilerle acı tatlı anılarınız vardır.

Bayinin aile hayatı, işine ne kadar hâkim olduğu, müşterisine nasıl davrandığı bizim için önemli kriterlerdir. Bir bayi toplantısını Maksim Gazinosu’nda yapmıştık, o zaman Sibel Can yeni dans etmeye başlamıştı. Bayimizin biri Sibel Can’ın başından gül tabağı döktü. Ertesi gün bayiliğini iptal ettik, bu şekilde kazanılan paralarla bu gül dökülmez dedim. Nitekim haklı çıktım. Adam üç ay sonra battı. Bayilerle yıllarca inanılmaz bir gönül bağı oluşturduk. Bir örnek vermek istiyorum. Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nı yeni kurmuştuk. Çaycuma bayimiz Maksut Çavdar’ı İstanbul’a davet edip yaptığımız çalışmaları anlatmıştık. Aradan altı ay geçti, Maksut Çavdar’ın ablası bizi aradı. “Maksut Bey karısıyla birlikte Yalova’da göçük altında kalıp vefat etti. Çocukları yoktu. Mal varlıklarını Eğitim Gönülleri’ne bağışladılar.” dedi. Doğduğu, büyüdüğü Çaycuma’da bir eğitim birimi açıp “Ayten-Maksut Çavdar Eğitim Birimi” adını verdik. Şimdi çocuklar orada, onların fotoğrafl arının, isimlerinin olduğu yerde eğitim desteği alıyorlar. Bu bayilerle kurduğumuz güvene dayalı ilişkinin akılda hayalde olmayan bir sonucuydu.

“MERAKLIYSAN SEN ONLARLA KAL”

Suna Kıraç kadar vatanını seven, insanını seven bir ikinci kişi tanımadım. Terörün en yoğun olduğu dönemde eğitim birimleri açmak için 40-45 derece sıcaklıkta Sikorsky helikopterleriyle Güneydoğu Anadolu’da birçok şehre gittik. Helikopterin pencerelerinde makineli tüfekli astsubaylar vardı, helikopter füze tehdidine karşı alçaktan uçuyordu. Cumartesi günü dört saat uçmuştuk bu şekilde, duşta çamur akıyordu her tarafımızdan. Suna Hanım’a dedim ki: “Suna Hanım, pazar günü siz kalın, biz devam edelim. Siz burada komutan hanımlarıyla kahvaltı edin.” Bana cevabı şu oldu: “Meraklıysan sen onlarla kal, ben gideceğim.” Onu da rahmetle ve saygıyla anmak isterim.

VEHBİ BEY TORUNUNU STAJ İÇİN BANA GÖNDERDİ

● Koç ailesi fertleriyle birçok anınız vardır. İlk aklınıza gelenleri dinleyebilir miyiz?

Mustafa Koç İsviçre’deki liseyi bitirdikten sonra yaz tatili için İstanbul’a gelmişti. Ben de Beko’da yeni genel müdürdüm. Vehbi Bey, torununu staj için bana göndermişti. Ben de o sırada Kayseri’ye seyahate hazırlanıyordum. Sağ-sol çatışmalarının yoğun olduğu bir dönemde Mustafa’yı götürüp götürmeme konusunda tereddüt ettim. O arada Vehbi Bey aradı. “Mustafa geldi, işe başlayacak. Kayseri’ye gidiyorum. Birkaç gün yokum, o burada kalacak.” dedim. “Niye onu götürmüyorsun?” dedi. “Efendim, sağ-sol çatışmaları var, riske edemem.” “Senin anan baban yok mu?” dedi. “O bu memlekette yaşayacak, bu memleketin şartlarına alışacak. Tereddüt etme, onu da götür.” dedi. Beraber gittik. Kayserililerle ticari olarak konuşmak çok zordur. Sabah başladık, akşam beşe altıya kadar Atasan fabrikasının yönetim kurulu başkanıyla pazarlık ettik. Akşam döndük, otele geldik. Mustafa “Cengiz abi, biz bunlardan ne kadar ciro yapıyoruz?” dedi. “Şu kadar.” dedim. “Ne kadar kazanırız?” “Bu kadar.” “Abi ben babama söyleyeyim, seni çok yoruyor bunlar, bu kadar kâr için yorulmayalım.” dedi. Mustafa’yla vefat edinceye kadar sevgimiz, saygımız, dostluğumuz devam etti. Kendisiyle barışıktı, toplumla barışıktı ve Koç’un, Vehbi Koç’tan sonra halka en yakın insanıydı. Herkesin hayatına dokundu ve gösteriş yapmadı. Türkiye’nin gördüğü en kalabalık cenazelerden biriyle uğurlandı, ruhu şad olsun.

Ekonomi