Depremde tarım planlaması ve serbest bölge çözümü
Tarımsal üretim rakamlarının analizi zordur, nerden baktığınıza göre değişir. En yaşlı istihdam tarımda, bu da aslında kullanılabilse, önemli bir bilgi birikimi demek. Ürün ve yöntem hafızası oluşturmamız gerekiyor.
Haber Merkezi |Deprem döneminde tarım planlaması ile ilgili bir yazı hazırlarken planlamanın da hızla ve sürdürülebilir bir şekilde uygulanabilmesi ve finansman konusunun çözülmesi gerekliliği, bizi hızlı ve sonuç alabilecek bir çözüme doğru yönlendirdi. Yazımızın başında, oldukça önemli fikirlerin havada uçuştuğu, birbirinden farklı teşvikler paketlerinin fayda maliyet analizleri yapılmadan uygulanmaya çalışıldığı, deprem dirençli, kuraklık dirençli kısacası, her afete dirençli, ekonomisi dirençli kentler yapılmasının önerildiği, herkesin iyi niyetli olduğu ancak sonuç almaktan uzak önerilerle dolu asrın depremlerinin hemen sonrası bir dönemde bu yazıyı yazdığımızı belirtmeliyim.
Tarım için 5 yıllık kalkınma planları, nitelikli tarım imkânları, arazi bütünleştirilmesi, özel teşvikler ve vergi muafiyetleri, yapılaşma yasağı getirilmesi, hepsi yararlı fikirler, ancak uygulamada bütün bu önerileri hızla ve bir ahenk içinde gerçekleştirmek için bizim de bir önerimiz var. Biz belki de ülkemizdeki serbest bölgelerin çoğunun kurucusu olduğumuzdan biraz yanlı olabilirliğimizi baştan kabul etmekle birlikte, böylesine değerli fikirleri uygulamaya geçirmek ve hızla hareket etmek için ve yapılan çalışmanın, basit herkes tarafından anlaşılabilir ve sürdürülebilir olması amacıyla, 11 ilin sınır bütünlüğü içinde gelir ve kurumlar vergisinden muaf bir Serbest Bölge haline getirilmesi, İskenderun Limanı’nın da bir Serbest Liman olarak çalışacak hale getirilmesini öneriyoruz. Böyle kapsamlı bir çalışma, tarımın yatay ve dikey bileşenleriyle toplu bir bölgesel kalkınma modeli olarak da işlev görecektir.
Burada tarım ve tarım planlaması ile ilgili görüşlerimizi oldukça kapsamlı bir şekilde değerlendirmeye çalıştık. Çalışmamızı, kısa bir tarım ve hayvancılık değerlendirmesi, ithalat kıskacında hayvancılık, destekler, iklim ve kuraklık, tarımda organizasyon ve ürün yapısı, pamuk, fındık, Gaziantep, Mersin örnekleri, bitkinin dili, devlet eliyle yapılması gerekenler, sulama, tohum ve Serbest Bölge çözümü gibi kendi tecrübelerimizi de içeren başlıklar altında topladık.
Öncelikle bu çalışmamızda, daha önce Mayıs-Haziran 2020 tarihinde Yeni Türkiye dergisinin 113. sayısında yayınlanan “Yine ve Yeniden Tarım” adlı makalemizden yararlandığımızı belirtmek isterim. O dönemde dışsal faktör olarak bahsettiğimiz felaketlerden sadece artık pek gündem olmayan COVID-19 salgını vardı.
Sonrasında gıda zincirini de önemli ölçüde etkileyen 2022 de başlayan ve halen devam eden Rusya-Ukrayna savaşı geldi. Ülkemizin yardımıyla geçici bir tahıl koridoru oluşturuldu. Bazen aksamalar olmakla beraber ülkelerde gıda krizi yaşanmasını kısmen de olsa önledi.
Şu sıralarda 6 Şubat 2023 tarihinde yüzyılın en büyük depremlerini yaşadığımız, 50 bine yakın insanımızı kaybettiğimiz 11 ilimizi ve özellikle de tarım ve sanayi bölgelerimizi etkileyen bir felaketle uğraşıyoruz.
Sıkıntılar bununla da bitmedi, arkadan gelen ve gelecek olan kuraklık bütün politika ve planlamanın baştan aşağı yenilenmesini gerektiriyor. Her seferinde de böyle durumlarda kendi kendine yeterli olabilme becerisi açık ara önde geliyor.
Deprem bölgesi
Deprem bölgesinde zarar gören 11 ilimiz, ülkemiz GSYH’den yüzde 9.3, tarımsal üretim katma değerinden %14.3, ve ihracattan %8.5 pay almaktaydı. Kaybedilmeyen ise, toprak envanteri. Tarımsal ürün üretilen toprakların % 16’sı bu bölgede, başka bir açıdan bakarsak yaklaşık 3.7 milyon hektar verimli tarım arazisi elde kalan zenginlik. Bölgedeki her ilimizin, narenciye, yaş meyve sebze, pamuk, mısır, kayısı, üzüm tütün, Antep fıstığı, biber, yer fıstığı gibi, kendine has tarım üretimi ve dünyaca ünlü mutfakları var.
Bölgenin sanayisi ve tarımının yanında yaklaşık 11 milyon küçükbaş hayvan ve 35 bin küçükbaş hayvan yetiştiricisi, 2 milyon büyükbaş hayvan var. Ancak böyle geniş bir bölgesel kalkınma ve sürdürülebilir tarım ve sanayii faaliyeti önerilerinin geçmişte olduğu gibi yanlış uygulanarak ya da uygulanmadan rafa kaldırılması büyük olasılıktır. Deprem bölgesi için gazeteniz yazarlarından Osman Arolat 5 yıllık özel kalkınma planını gündeme getirdi, tabii işin finansman, teşvikler ve istihdam boyutlarının önemin belirtti. Genellikle öneriler, vergi muafiyeti veya özel oranlı çok düşük vergi alımı, yatırımlara özel destekler, sanayici, çiftçi, hayvancılık vb. kapsayıcı teşviklerden oluşuyor.
Yine EKONOMİ gazetesi yazarı Şeref Oğuz bölgenin GSYİH’de %8.6 tarım, %30.5 sanayi, %18.5 toptan perakende, ticaret, ulaştırma, depolama, yiyecek ağırlıklı olduğunu, arazilerin tahrip, hayvanların telef olduğunu, bu nedenle nitelikli tarım imkanı getirilmesini, arazilerin bütünleştirilmesini, endüstriyel tarıma ağırlık verilmesini, tohum gübre mazot, ilaç, kredi desteğinin şart olduğunu yazdı.
EKONOMİ gazetesi yazarı Ali Ekber Yıldırım önemli kaynaklarımız olan tarım arazilerinde kaçak yapılaşmanın kaldırılarak her türlü yapılaşmaya yasak getirilmesini ve afet sonrası iyileştirme ve kalkınma planı yapılmasını vurguladı. Bu konuda başta gazetenizdekiler olmak üzere, yüreği yanan bütün değerli yazarlar, ilk günlerden başlayarak önemli konulara el attılar, çözüm önerileri de getirdiler, kamu yöneticilerinin de önerileriyle geniş bir düşünce havuzu oluştu. Bu düşünce havuzu içindeki önerileri ancak büyük bir serbest bölge vizyonuyla uygulamak mümkün olabilir. Bu konuyu biraz ileride ele alacağız.
Tarımda planlama faktörü
Tarımın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha keşfetmemizi sağlayan ilk tüm dünyayı saran pandemi oldu. Arkasından Rusya-Ukrayna savaşı işin ciddiyetini herkesin anlayacağı hale getirdi. Yeni yaşadığımız depremler de gıda zincirinin nelere bağlı olduğunu çok açık gösterdi. Kuraklık ise kapıda bekliyor.
Aslında tarım, en başından beri stratejik bir sektördü. Şöyle geriye bakacak olursak, Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO-Food and Agriculture Organization), salgın döneminde 55’ten fazla ülkede açlık krizi olabileceğini söylerken, Dünya Ticaret Örgütü de (DTÖ) tarım ve gıda ticaretinde uygulanan kısıtlamaların, yoksulların gıdaya erişimini çok zorlaştıracağını belirtti. Sonuçta olan olduktan sonra herhangi bir yaptırımı olamayan bu örgütler, her zaman olduğu gibi sorunlarımızı çözmeyi bize bıraktı.
Ülkeler tarım ürünleri ihracatını yasaklamaya başlayınca durumun ne kadar kötü olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaya başladı. Gıda milliyetçiliğinin tavan yaptığı bu dönemde, tarım güvenliği başlı başına tartışılan bir alan oldu. Tarımın stratejik sektör olduğu, gıda güvenliği sağlanması gerekliliği, ekonomik ve siyasal bağımsızlık için vazgeçilmez olduğuna dair görüşler sıklıkla dile getirildi.
Aslında tarım politikalarının, ülkelerin ekonomik gücünün ve bağımsızlıklarının artırılması yolunda ne kadar önemli olduğunun örnekleri tarihimizde de çok açık bir şekilde yer alıyor. Bugün şanlı geçmişimize göre oldukça küçülmüş bir alanda yer alan ülkemizin her dönem eleştirilen tarım politikaları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, bugüne göre yaklaşık 20 kat daha büyük topraklarda başarıyla sürdürülmekteydi.
Üzerinde çok değerli çalışmalar yapılmış olan Has, Zeamet, Tımar sistemi Osmanlı İmparatorluğu’na özgü bir tarım politikası olmasının yanı sıra, Osmanlı maliyesinin sacayağı olarak adlandırılmıştı. Planlı bir şekilde toprağı kesinlikle boş bırakmama esasına dayanıyordu. Ayrıca Osmanlı döneminde tarım ve hayvan envanterinin çok ciddi bir şekilde tutulduğunu biliyoruz. Bugün bizden aldıkları Has, Zeamet, Tımar esaslarıyla gelişmiş tarım ülkelerinin dünya tarımını yönlendirdiğini de görüyoruz. Ne zamanki diğer ekonomik ve siyasi nedenlerle plan ve prensiplerden vazgeçilmeye başlandı, üretken topraklar da kaybedilerek, maliyenin sacayağı işlevsiz kaldı. Gerisini tahmin etmek zor değildi.
Yine yüzyıllar önce, Aztek medeniyeti’nin yok olmasında da planlı bir teras tarım ekonomisinden, plansız, herkesin istediğini ekip biçeceği bir teras tarım ekonomisine geçilmesinin etkisi büyüktür. Günümüzde yaşadığımız tarım planlaması, stratejisi ve kendi kendine yeterliliğin, ülkelerin kaderinde ne kadar önemli olduğunu, Azteklerin tarihinde de görebiliriz. Aztekler arazi yapılarından dolayı teras tarımını geliştirmişler, ayrı teraslarda ayrı ürünleri bir plan dahilinde üretmişlerdi. Takas metoduyla ürünler birbirlerine satıldığı için sistem çalışıyordu. Yeni kral planlamayı kaldırıp tam bir serbestiyi getirdiği andan itibaren, plansız bir şekilde aynı ürünleri üreten Aztekler takas yapamadıkları için bir taraftan ürün sıkıntıları yaşayıp fakirleşirken, diğer taraftan istilacı İspanyollarla savaşmak zorunda kalarak, düzgün tarım planlaması yapamamanın bedelini çok ağır ödediler.
Kendi tarihimiz başta olmak üzere dünya tarihinden de stratejik ve planlı olunması gereken bir alanda ehliyetsiz yöneticilerle ülkelerin ne kadar fakirleştiğine dair birçok örnek verilebilir. Böyle olmasa günümüzde ülkelerin geldiği noktada, gıda yeterliliği için 1.7 misli daha büyük bir dünyaya ihtiyaç olduğu söylenmezdi. Üretim kapasitelerinin bugünkü durumu dünyadaki açlığı karşılamadan çok uzak. Yine İkinci Dünya Savaşından sonra kurulmuş, etkisi Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi marjinalleşmiş, hiçbir yaptırımı olamayan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu (2019) raporunda dünyada yaklaşık her dokuz insandan birinin aç olduğunu belirtiyor. Yaklaşık 1 milyara yakın aç insanla beraber yaşıyoruz. Yaklaşık 2 milyar insan da gıda güvensizliği içerisinde yaşıyor.
Yine, FAO yerkürede 50 ülkeden fazla açlık krizi yaşaması beklenen ülke olduğunu açıklıyor. Tarım ve gıda ticaretinde uygulanan kısıtlamalar nedeniyle gıdaya erişim bu ülkeler için gittikçe daha zor hale geliyor. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı Rusya’nın yaklaşık %20 pazar payı var ancak ihracata yasaklama getirince alıcı ülkeler zorda kaldı. Hatırlanacağı gibi, 2010 yılında Rusya Mısır’a buğday satmadı ve Arap Baharıyla beraber gelen karışıklıkta bu detay da çok önemli oldu. AB ortak tarım politikasına aykırı olarak satışları durdurunca, güvenli alıcılar, güvensiz üretici ile karşılaşmış oldu.
Az evvel belirttiğimiz gibi, 2022 deki Karadeniz komşularımızdaki savaş, gıda zincirindeki bozulma, ülkemizin araya girerek tahıl güvenlik koridoru oluşturulmasını sağlaması, durumun zorluğunu hepimizin anlamasını sağlamıştı.
Dünyadaki çalışmaların yetersiz olduğu alanları bir tarafa bırakalım, kendi durumumuzu da açıklamakta zorlandığımız alanlar var. Bu sadece kökü dışarda olan ürünlerde değil, Göbeklitepe kazılarında bir kez daha kanıtlandığına göre anavatanı bizde olan buğday ve bakliyat gibi ürünler için de geçerli. Aynı durum sonradan ülkemizin liderliğinde üretilen ürünlerde daha da belirgin. Artık üretilen ürünün sanayisini ve tarıma dayalı ihracatını oluşturamayan ülkeler o ürünün rekabet avantajını, ürünün sanayisini ve ihracatını geliştirebilen ülkelere teslim ediyorlar.
Örneğin biz bugün dünya fındık üretiminin yaklaşık %70’ini sağlayan ülkemizde bir dünya fındık stratejisi oluşturamazken, kakao ağacı olmayan İsviçre’nin nasıl dünya çikolata sektörünü idare ettiği, tropikal iklimi olmayan Hollanda’nın nasıl dünya çiçek sektörünü yönettiğini sorgulama zamanı artık geçiyor. İşin sırrı, az önce belirttiğimiz gibi bu ürünlerin sanayisini oluşturmak, o yoksa dağıtım kanallarını ele geçirmek. Yani sadece arz eğrisinde kuvvetli olmanız yetmiyor, talep eğrisine de hakim olmanız, yönetmeniz ve yönlendirmeniz gerekiyor.
Tarımda uzun vadeli planlamaların önemi büyük
Ülke ana planı yapıldıktan sonra, verilecek desteklerle beraber değişiklik yapmamamız gerekiyor. Geçmişte koalisyon dönemlerinde farklı partiler, bakanlar değiştikçe tarım politikalarının değiştiğine şahit olmuş ülkemizde, tek parti iktidarlarında bile maalesef bakan değiştikçe değişen tarım politikaları üretmeyi başardık. Bugüne kadar havza modeli, tarım kent, sınırsız köy gibi ayrı modeller uygulanmaya çalışıldı. Henüz sonuçlarını analiz edebileceğiz bir çalışma olmadı. Bu nedenle kapsamlı bir Serbest Bölge içinde mevzuat sıkıntısı olmadan bu uygulamaların yapılması kolay olacaktır.
Bilindiği gibi Avrupa’da AB’nin altyapısını oluşturan AKÇT (Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu) anlaşmalarından 1957 Roma Anlaşması’nda bile “Tarım” başlı başına bir konu olarak AB öncesi ve sonrası politikalara yön verdi ve ortak tarım politikaları çok önceden uzun vadeli olacak şekilde uygulanmaya başlandı. Bizim yarım yüzyılı herhangi bir sonuca ulaşamadan geride bırakan Avrupa Birliği üyeliği çalışmaları, bize uydurulan Gümrük Birliği kılıfıyla devam ettirildi. Burada da tarım hep dışarda bırakıldı.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarım müzakereleri, çoklu uluslararası bakanlar toplantı platformları en sıkıntılı buluşmalardır. ABD bir ucundan, AB diğer ucundan, Hindistan ve daha sonraları Çin gibi ülkelerin başını çektiği gruplar da diğer uçlardan çeker. Senelerce gerek bürokrat, gerekse bakan olarak DTÖ toplantılarına katıldık. Diğer ülke bürokratları ve bakanlarını uzun yıllardır şahsen tanımanın mutlaka ağır bir maliyeti olur. Sizi gelişmekte olan ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında arabulucu olarak seçerler. Tarım müzakerelerinde gerek DTÖ gerek AB toplantılarında sonuç alınamayacağı bilindiğinden, tarım ilk önce ele alınır, uzlaşılması zor olduğundan da en arkaya atılır. 2003 Eylül’ünde Meksika, Cancun’daki DTÖ müzakerelerinde çözümsüz tartışmalara arabulucu olduğumuzda imdadımıza protestocular yetişti, bir günlük arada biraz daha yol kat etmemize rağmen görüşmeler yine bitirilmeden kaldı.
2004 yılında Güney Afrika’daki başbakan ve bakanlarla görüşmelerimizde Serbest Ticaret Anlaşması yapmayı teklif etmiştik, onlar da kendilerinde SACU (Sauthern African Customs Union) bir nevi Güney Afrika Gümrük Birliği anlaşması olduğunu, bütün ülkelerden onay alınması gerektiğini ve bu nedenle bizle anlaşma yapmalarının zor olduğunu söylediler. Amacımız bizde yaz onlarda kış sezonunda ürünlerin tamamlayıcılığından yararlanarak dünya tarım ürünleri piyasasını 12 ay süreyle besleyebilme imkânına sahip olabilmekti.
Ancak müzakerelerin ucu açık olarak her zaman devam ettiğini unutmamak gerekir. Sonuçta çoklu müzakere süreçleri çoğunlukla başarısız olduğundan, her zaman olduğu gibi, gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeleri daha sonra düzenledikleri ikili müzakere masalarında bir takım küçük tavizlerle razı ederler. Tahmin edileceği gibi, bu pazarlıkta her zaman güçlüler kazanır.
Seneler geçse de değişen fazla bir şey yok. Artık diplomasinin de bir tarafa bırakıldığını görüyoruz. 2019 yılına geldiğimizde müzakereleri baltalamak ve DTÖ’nün işlevsizliğini göstermek amacıyla, Trump’ın DTÖ’ne ataması gereken iki hakimi atamadığını gördük. Sonuçta çoklu müzakere ortamlarından bizim gibi ülkelere tarım alanında faydalı bir karar çıkmasını beklemek beyhudedir. Zaten bizim beklemek yerine, güçlenmeye çalışmaktan başka çıkışımızın olmadığı ortadadır. Yine salgın dönemine gelirsek, bu dönemde bütün ülkeler ardı ardına tarımın içinde olduğu çok yüksek destek paketleri açıkladılar. Salgın başladıktan hemen sonra, ABD Başkanı Trump, çiftçilerin kritik döneminde yanlarında olmak, gıda tedarik zincirinin bütünlüğünü korumak ve her Amerikalı’nın ihtiyacı olan gıdayı temin edebilmesi amacıyla 19 milyar dolarlık acil yardım programını uygulamaya soktu. ABD Tarım Bakanı Perdeu bu tutarın 16 milyar dolarlık kısmının, çiftçilere doğrudan ödeneceğini, kalan kısımla üreticilerin elindeki ürünlerin alınacağını ve dağıtım kanallarına aktarılacağını belirttiler. Bulgaristan gibi ülkelerde de marketlerde yerel ürün satılması zorunluluğu getirildi.
Bizde tarımın, salgın dönemi sırasında da, ülkemizde yalnız kalan sektörlerin başında geldiği söylendi. Önemi yeniden gözler önüne serilen tarım faaliyetlerinde Türkiye'nin yeri, ithal ve ihraç kalemleri, üreticiler ve marketlerin fiyat politikası ve hangi meyve ve sebzenin pandemiden nasıl etkilendiğinin konuşulduğu birçok platform oluştu. Salgın dönemi destekleri yetersiz kaldı. Tohumların vergi oranlarının düşürülerek ithalatın kolaylaştırılması gibi destekler verilmeye çalışıldı.
Bu salgından alınan ders; artık herkes kendi kendine yeterli olma çabasında olmalı. Bizim nesil iyi bilir, çocukluğumuzdan bu yana ülkemizin dünyada az sayıda bulunan, kendi kendine yeterli bir ülke olduğunu bilerek büyümüştük. Ancak salgın döneminde gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bütün dünya ülkeleri gibi ülkemiz de dışarıya bağımlıydı. Sınırlar kapanınca tekrar düşünmek zorunda kaldığımız tarım politikamız COVID-19 bahanesiyle de değiştirilemedi,
Rusya-Ukrayna savaşında biraz kıpırdar gibi olduk ancak yaşadığımız asrın depremlerinden sonra tarım politikamızı değiştirebilir miyiz? Başka bir deyişle, böylesine bir tehdit unsurunu, tarım ve hayvancılık politikalarımızın iyi yönde düzeltilmesi ve ihracatımızın artırılması gibi bir fırsat unsuruna çevirebilir miyiz? Bunun cevabını aramaya çalışalım..
Kısa bir tarım ve hayvancılık değerlendirmesi
Öncelikle objektif ve samimi tespitler yaparak işe başlayalım. 1980’li yıllardan başlayarak günümüze kadar tarımın GSMH içindeki ağırlığı devamlı azalarak %40’lardan % 6’lara indi. İhracattaki payı ise %75’lerden %7’lere geriledi. Hızla sanayileşen ülkelerde belirli ölçüde tarım payı azalması normaldir, ancak en gelişmiş ülkelerin tarımı ve tarım ürünleri ihracatı her zaman yüksektir. Bir kere üretim ve ihracat açısından da tarım ülkesi olarak kabul ettiğimiz ülkemiz, zamanla ithalatını ancak karşılayabilir bir ülkeye dönüştü. Bazı yıllarda oldukça sıkıntılı olan bu tabloda, 2019 yılında toplam tarım ihracatımızı 16,21 milyar dolar, ithalatımızı 11,51 milyar dolar olarak görüyoruz. Gıda ürünleri ihracatımızda fazla verirken, tarımsal ham maddelerde açık veriyoruz. Burada mazot, gübre, ilaç, tohum dörtlüsü yine karşımıza dışa bağımlı olduğumuz ürünler kompozisyonu olarak çıkmaktadır.
Girdi maliyetlerinin yaklaşık %50 arttığı bir ortamda, kullandığı elektrik, mazot, gübre ve işçilik maliyetlerini ürününe yansıtmakta zorlanan çiftçimiz, kendine göre bir alternatif maliyet hesabı yapıyor. Bu hesaba göre üretmezse daha az zarar ediyor. Çiftçinin şevk ve heyecanı kaybolduğu zaman da bu zahmete katlanacak bir üretici profili bulmak giderek zorlaşmakta. Karnını zor doyuran çiftçiden tarım ve hayvancılık beklentimiz var, onları adeta tarım gönüllüleri olarak görüyoruz. Gübreyi, tohumu, ilacı dışarıdan sağlayan ülkemiz, istemese de tarımda dışarıya bağımlı bir görüntü veriyor.
Tarımda tehlikeli bir kısır döngü şu şekilde ilerliyor; ürün fiyatını indirmek için ithalat, yapılan ithalat sonucu, o ürünü üretmeyen çiftçi ve yine dolayısı ile yükselen fiyatlar, fiyatlar yükselince tekrar ithalat. Çiftçi bu durumda küsüyor, üretmiyor, fiyat ürün olmayınca tekrar yükseliyor. Çiftçiler de üretimi ve hasadı kolay ürünlere kaçıyorlar. Çiftçi, üretmediği zaman daha karlı olduğunu düşünüyorsa, onun da tüketiciler grubuna girmesi çok doğaldır.
İthalatın bir sopa gibi kullanılmaya çalışılması, zamansız ve yersiz olarak özellikle hasat sırasında yapılması, çiftçinin moralini bozuyor. 3.5 milyon hektar arazi ekilip biçilmiyor. Kayıtlı çiftçi sayısı 2,6 milyondan 2 milyona, 7.7 milyon kayıtlı istihdam da 5 milyona gerilemiş durumda.
Neresinden bakarsak, salgın dışı normal zamanlarda da Türkiye’de bir üretim planlaması eksikliğinin kendini her dönem belli ettiği dile getiriliyor. El yordamı ile yönetim tarzı konusunda çok eleştiri var. Bir önceki sene ne para ederse onu ekmeye dayalı bir politikasızlık sonucu, hem zaman hem de para kaybetmeye devam ediyoruz.
Yerli tarımsal hammadde üretimi doğru planlama ile artırılabilir
Salgın sırasında evde tüketim artışı sonucu bakliyat, makarna, un tüketiminde artış, bazı firmaların üretimlerinin 2 kat artırmasına sebep oldu. Bu da dışa bağımlılığı azaltmamızın yollarını daha iyi hatırlattı.
Üretimi artırmanın iki şartı var. Ya üretim ve ekim alanlarını artıracağız, ya da birim alan verimini artıracağız. Tersine olarak, kayıtlara göre son 20 yılda ülkemizde toplam ekili alanlarda %15’lik bir azalma görülüyor.
Yine binlerce yıldır topraklarımızın yetiştirdiği buğdayın net ithalatçısı olarak başka ülkelerin üreticilerini desteklemeye devam ediyoruz. Üreticimiz diğer ürünlerde olduğu gibi, mazot, gübre, tohum ve ilaç fiyatlarının düşmesini bekleyip üretim yapamazken, sanayicimiz ve ihracatçımız Dahilde İşleme Rejimi (DİR kapsamında ithalat yaparak, ihraç pazarlarımızı başkalarına kaptırmamaya çalışıyor. Teşvik sisteminde gerekli düzenlemeleri yaptığımız zaman, küsen üreticimizin üretime ve istediğimiz ürüne döndüğünü ve sanayicilerimizin de ürün temini için piyasaya döndüklerini her zaman gözlemlemişizdir.
Organik tarım çalışmaları da çevre, insan, hayvan sağlığını etkileyecek her türlü kirliliği en aza indirgeyecek, sertifikalı bir lezzet sunacak, su kaynaklarına azami dikkat gösterecek, kırsal nüfusun yerinde kalmasını sağlayacak bir gelir seviyesine ulaştıracak ve yerel çeşitliliği koruyacak gibi görünüyor. Halen gittikçe artan sayıda organik tarım üreticisinin özellikle internet üzerinden satışla pazardaki paylarını artırdığını görüyoruz. İyi bir araştırma yapan bir alıcı artık kapısına kadar teslim edilen organik ürünleri gönül rahatlığıyla alabiliyor. Önü açık bir alan, ihracat potansiyeli ileride çok yükselecek.
Bitkisel üretimin geliştirilmesi ile ilgili programları ilk başlangıçtaki şevk ve heyecanla sürdürmeliyiz. Yazlık ekime uygun alanlar ve tohum miktarının artırılması üretimimizde kalıcı artış sağlayacaktır. Orta ve uzun vadeli planların birbirini tamamlayıcı şekilde uygulanması, 30 milyon dekar boş tarım arazisini, 34 milyon dekar nadastaki tarım arazisini üretime kazandırarak, üreticiye alım garantileri vererek devam etmeliyiz.
İthalat kıskacında hayvancılık
Hayvancılık da aynı şekilde girdi maliyetleri yüzünden cazip bir alan olmaktan çıkıyor. Hayvancılığa verilen destek rakamı TL bazında artıyor gibi görünse de, $ bazında çok gerilerde kalıyor. Besicinin ucuza sattığını söylediği ve tüketicinin pahalıya tükettiğini belirttiği bir kısır döngünün içindeyiz.
Bizim müsteşarlığımız ve bakanlığımız dönemimizde (1999-2009) et, canlı hayvan ve diğer tarım ürünlerinin ülkemize gelmesine izin vermezdik. Deneyimli ekibimizle beraber ciddi bir çalışma yapar ve lobilerle mücadele ederdik. Bakanlıktan ayrıldığımız 2009 Mayıs’ından sonra et ithalatı için hızla bir altyapı hazırlanmıştı. Üreticimize zarar veren en büyük sıkıntı, daha önce de söylediğimiz gibi, bizim dönemimizde ithal izni verilmeyen, canlı hayvan ve et ithalatının hesapsızca açılmış olmasından kaynaklandı. Ekonomide böyle yüksek bir ithalata gerek duyulacak parametre değişiklikleri yoktu. Canlı hayvan ve et ithalatı toplamı sadece 2010- 2019 arası yaklaşık 8.3 milyar dolar gibi oldukça yüklü bir rakam. Dahası, 2012 yılında ülkemiz Tarım Bakanına, büyük miktarda et ithalatı yapılan ülkeden özel devlet ödülü verildi. 2018 yılında sadece 55 bin 752 ton kırmızı et ithali için yaklaşık 260 milyon dolar ödendi. 2019 yılında toplam canlı hayvan ve et ithalatı yaklaşık 710 milyon doları buldu. Döviz sıkıntısı çeken bir ülke için ciddi rakamlar olduğu ortada. Başka bir deyişle, yurt dışındaki üreticiler desteklenirken, içerideki üretici cezalandırılmış, zarar eden işletmelerin zaten zayıf olan şevk ve heyecanı yok edilmiştir. Yıllık üreticiye verilen destekten daha fazlasının, yurtdışından ithalata verilmiş olduğu ortadadır. Sonuçta Türkiye dünyanın en büyük sığır ve et ithalatçılarından biri haline gelmiştir.
Burada çok acil ihtiyaçların temini için bizim yaptığımız bir ithalata değinelim. 2007 yılında Musevi vatandaşlarımızın fırınlarının tam Pesah Bayramı öncesi arızalanması sonucu büyük bir sıkıntı oldu. Vatandaşlarımızın bayramlarını rahatça kutlayabilmeleri için çok kısa sürede, bayramlarında tüketilmek üzere, hamursuz ekmek ithalatı için izin vererek vatandaşlarımızın bayramlarını diledikleri gibi kutlamalarını sağladık. Bunlar belki miktar ve değer olarak pazar dengelerini etkilemeyecek derecede marjinal ölçekteydi. Ancak devletin her zaman tüm vatandaşlarının hizmetinde olduğunun önemli bir göstergesi oldu.
Destekler
Yine normal zamanlarda da paramızı doğru kullanamadığımız bir diğer alan olan destek politikasına gelirsek, ülkemizde destekler olması gerektiği gibi verilmiyor. Yasal olarak GSMH’ nın %1’i olarak verilmesi gereken destekler, en iyi şartlarda bile ancak yarısı kadar verilebildi. AB ürüne destek verirken, biz destek vermiyor, adeta para dağıtıyoruz. Etki analizi yapmadan verdiğimiz bu destekler rekabetçi bir avantaj sağlamıyor. Gelişmiş tarım ülkelerinde olduğu gibi üretim planlamasının aracı bu etki analizleridir. Analizlerle, verimlilikte ve toplam üründe ne kadar artış sağlıyor bilmemiz gerekiyor. Bu çerçevede, tarım için acilen üreticinin sattığı ürünün girdi maliyetini karşılayacak özel bir destek paketi hazırlanması lazım. Ayrıca çiftçilerin Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri vasıtasıyla piyasa borçlarının hafifletilmesi gerekiyor.
Doğrudan gelir desteğini üreticiyi tembelleştirmeyecek şekilde vermek gerekiyor. İthalat yoluyla dolaylı olarak başka ülke üreticilerine verdiğimiz destek, bizim üretici ihracatçılara gitmeli. Dekar başı destek, çıkan ürüne destek şeklinde verilmeli. Çiftçi kayıt sistemine alınmalı. İyi hazırlık yapıldığı zaman, doğru projeler için AB’nden hatta Dünya Bankası’ndan ve çeşitli fonlardan kaynak bulmak mümkün. Her zaman tarıma dayalı sanayi ve ihracat düşünülerek bu destekleri yönlendirmeliyiz.
Sonradan aklımız başımıza geldiği zaman farkına vardık ki, destek uygulamalarının olabilecek sonuçlarını iyi analiz etmek gerekmekte. Örnek olarak, 2000’li yıllarda IMF ile dışarıdan dayatılan programları, bürokratların itirazına rağmen, fazla müzakere etmeden aynen kullandığımızda farklı sonuçlarla karşılaşıyoruz. Tarımda doğrudan gelir desteği uygulamasıyla üreticilerin tembelleşmesine ve üretmemesine yönelik bir politikayı uygulamış olduk.
Üretim açığı verdiğimiz tahıl, bakliyat, yağlı tohumlar özel bir destek ve teşvik stratejisi ile desteklenmeli. Unutmamamız gereken bitkisel üretimde toplam alanın %82’sinde tarla bitkileri tarımı yapılırken, bitkisel GSMH’nın ancak %30’u elde edilebiliyor. Toplam alanda daha az yer kaplayacak ancak GSMH içinde yüzde olarak fazla yer edebilecek ürünlere doğru geçmemiz gerekiyor.
Teşviklerde Avrupa’daki rakip çiftçilerle yarışmak mümkün değil. Bizim çiftçilerimizden 19 kat fazla bütçe ile yola çıkıyorlar.
Sonuç olarak, tarıma verilen desteklerin, gelişmiş tarım ülkelerinde olduğu ve bizim de eskiden yapmaya çalıştığımız gibi, ürün ekilmeden açıklanması, ciddi, uygulanabilir bir planla takip edilmesi, sorunların kaynağında çözülmesini sağlayacaktır. Gelişmiş ülkeler, aynı zamanda gelişmiş tarım ülkeleridir. 5 yıllık, 7 yıllık tarım planlaması yapabilmektedirler. Planlama her zaman önemlidir.
Biz de zaten bu karışık ve yetersiz destekler için basit uygulanabilir bir serbest bölge modeli önererek çiftçinin hızla ayağa kalkmasına çalışıyoruz.
İklim ve kuraklık
Türkiye ve dünya denizlerinde sürekli dalış yaparken son yıllarda gözlemlediğimizi paylaşmakta yarar var. Küresel ısınma nedeniyle, artık Karadeniz’in Akdeniz özellikleri taşımaya başladığını, Akdeniz’in ise tropikal deniz özellikleri taşımaya başladığını söyleyebiliriz. Su altı faunası ve endemik canlılar açısından böylesine bir değişme var. Suyun üstü ise çok daha hızlı değişiyor.
Küresel ısınma, iklim değişiklikleri, kısa sürede 30 derece üzerindeki ısı farklılıklarına ulaşınca, tarım sigortaları da ısı kaynaklı riskleri kapsamadığı için bütün ürünlerimiz için ciddi sıkıntılar yaratıyor.
Tabii iklim şartlarının önceden bilinmesi, sadece tarım için özel bir meteoroloji istasyonu hazırlanması çok önemli. Bütün ürünlerin buradan gelecek bilgilere göre don olayıyla mücadele, ilaçlama, gübreleme çalışmalarının yapılması gerekiyor. Geçtiğimiz son 3 yılda Akdeniz bölgesi son 60 yılın en sıcak dönemini yaşadı. Ürünlerin büyük kısmı zarar gördü. İklim değişiklikleri küresel ısınma nedeniyle her zaman sıkıntılı olacağa benziyor. Biz her şeyde olduğu gibi iklim değişikliklerini de ciddiye almıyoruz. Kuzeyde aşırı soğuk, güneyde aşırı sıcak, her iki tarafta da sigortalarca karşılanmayan zarar var. Hızla düzenleme yapılması gereken bir açık alan.
Ayrıca altyapı ve yol yapım çalışmalarına da çok dikkat etmek gerekiyor. Örneğin yapılan çalışmalar, yeni bir yol yapımı çalışmasında binlerce dönümün zarar gördüğü, mikro klimanın etkilendiği bu arazileri kayıp olarak kabul etmemiz gerektiğini belirtiyor. Görüldüğü gibi tarımda çok değişik faktörlerin etkili olduğunu unutmamamız lazım. Havalar böyle giderse Temmuz ayında kuraklık etkileri daha çok hissedilir hale gelecek. Hububatta çok fazla olmasa da, yanlış tarım ürününde ısrar, mısır seker pancarı gibi ürünleri kurak yerlerde yetiştirmeyi bir de teşvik etme gibi çok konu var. Konya bir örnek... Vahşi sulama, yeraltı suları kullanıldığı için binlerce yılda oluşan obruklar Konya’da 30 senede oluşuyor.
Amazon ormanlarının kesilerek tarım üretimi yapılmasının verdiği büyük çevre zararını gören ülkeler tarım ürünlerine karşılık gelecek parayı ormanda yaşayan kabilelere vererek koruma sağladı. Biz de benzer uygulamaları ürün değişiklikleri için yapabiliriz.
Başka ülkelerdeki ürün kaydırmalarında olduğu gibi bir uygulama ile Konya ovası, yüzlerce yıldır buğday üretimi için çok daha elverişli iken, çok su çeken şeker pancarı ekimi yerine buğday ekilmeli. Arada çiftçi aleyhine vazgeçme maliyetinde bir fark oluşursa karşılığının devlet tarafından verileceği bir sistem sağlıklı ve sürdürülebilir olacaktır.
Sonunda TBMM’de Tarım Orman Komisyonu planlı döneme geçme yönünde çalışmalar yapmaya başladı. Yoksa daha önce planlamadan vazgeçen Aztekler’in durumuna düşme tehlikesi uzaktan beliriyor. Planlama önemli... Su potansiyeli ve verimlilik esasına göre hangi ürün ne kadar üretilecek planlanacak. Plan dışı üretilen ürüne ceza var. Tarımsal üretimin planlaması, gıda güvencesi ve güvenilirliğinin temini verimlilik artırılması, çevrenin korunması ve sürdürülebilirlik için bakanlıkça belirlenen ürün ve ürün gurupları üretilecek. Arz talep miktarı ile yeterlilik durumuna göre hangi ürün ve ürün gurupları üretilecek, tarım havzası ve işletme bazında asgari ve azami ürün miktarları belirlenecek. Bu plana uymayana destek yok, brüt gelirin %1-5’i oranında ceza var. Yasalaşıp, uygulamaya geçmesi yararlı olacaktır.
Bu yazıyı yazarken İstanbul barajlarında doluluk seviyesi %30’lar seviyesinde. Alarm veriyor. Türkiye maalesef kuraklığa hazır değil. Su kullanımı ile ilgili kısıtlama şimdiden başlamalı. Su taşıma ekolojik olarak sakıncalı, yeraltı suyu kaynaklarının da artık kullanılmaması gerekiyor. Doğa harikası göllerimiz kuruyor. Suyu iktisatlı kullanıp doğru yönetmek gerekiyor. Olan suyu tutabilmek ayrı bir beceri. Çatılarımızdaki suyu bile tutabilme becerisi göstermeliyiz.
Tarımda organizasyon ve ürün yapısı
Tarımdaki sivil toplum örgütleri ve üretilen ürünlerin yapı özelliklerine beraberce bakmamızın, ilerde ihracat odaklı bir yapılanma için daha sağlıklı olacağını düşünüyoruz. Ülkemizde tarım, diğer sektörlerden biraz farklı olarak çok paydaşlı bir yapı görünümünde; 36 gıda derneği, ziraat odaları, kooperatifleri gibi fazlaca zenginleştirilmiş bir yapıya sahip. Sadece pamuk sektöründe 120 adet kurul var. Bir araya gelemiyorlar. Bu çok başlı yapı, üstteki çatı kuruluşların da bu konularda söz sahibi olamamasını sağlıyor. Yakın geçmişte birçok platformda sektör sonuç toplantıları yapıldı ancak belirli bir başarıya ulaşamadığı gözlemlendi. Biz birazdan vereceğimiz örnekte olduğu gibi, sektör toplantılarından sonuçsuz kalkılmasına müsaade etmezdik.
Bizde üç tip ürün ağırlıkta, birinci gruptaki ürün tahıl, yaklaşık %45 ağırlığı var, yaklaşık 12 milyon hektarda tahıl üretiyoruz ancak, içeride ve dışarıda değeri az. İkinci grupta sanayi ürünü olabilecek ürünler, üçüncü grupta da fındık gibi yüksek değerli ürünler var. Ülkemizde biraz da değişen iklimin ve bilgi seviyesinin etkisiyle artık tropik ürünler de üretilmeye başlandı. Ancak bilgiye dayalı karar vererek tahıldan elmaya geçildiği zaman gelir arttığı örnekler çoğalmakta.
Bir diğer alan yağlı tohumlar. Hammadde açısından yaklaşık %75 dışa bağımlı olduğumuz bir örnek. Türkiye yılda yaklaşık 1.6 milyon ton yağ tüketiyor. Bunun içinde sıvı yağın ağırlığı %80’i ayçiçeği yağı olmak üzere yaklaşık 1.1 milyon ton. Ayçiçek üretimi 1.9 milyon ton, dışarıdan da 1.2 milyon ton ithalatla ancak talebi karşılayabiliyoruz. Çok rahatlıkla kendimize yetebilecekken, Rusya, Moldova, ve Kosova’dan ithal ediyoruz. Tarım ürünleri ithalatının yaklaşık yarısını yağlı tohum oluşturuyor. Gerçekten stratejik bir ürün. Üretimi canlandırarak kendimize yetmenin ötesinde, AB’nin gıda tedarikçisi olabilir, ihracatımıza önemli katkılar sağlayabiliriz.
Ülkemizin rekabet üstünlüğü olabilecek bir diğer ürünü narenciye. Rakamlara bakacak olursak dünya narenciye üretimi 146 milyon ton, Türkiye’nin üretimi ise 4.9 milyon ton. Türkiye, bu üretimiyle dünyada 7’inci, Avrupa’da 2. sırada. İhracatta ise 3. sırada. Dünya narenciye ihracatı 17.3 milyon ton ve değeri de 14.8 milyar dolar. Türkiye, yılda ortalama 2 milyon ton ihracat karşılığında 890 milyon dolar döviz sağlıyor. Biraz daha stratejik bakabilirsek İspanya’dan çok daha yüksek ihracat rakamlarına ulaşmamız mümkün. İddiamızı sürdürdüğümüz bu alanda koşan atı mahmuzlamamız lazım.
Son zamanlarda iklim değişiklikleri ve üretim teknolojilerinden yararlanan üreticilerimiz öncelikle muz ithalatını azaltan, yerli, kaliteli ve lezzetli muz üretimi yaptılar. Sonrasında avakado gibi tropik meyvelerin üretimine başladılar.
Papaya, yine Akdeniz için müsait. Avokado ile beraber şu an için ihtiyacı karşılamaktan uzak ancak, 1 dönüm avokadodan 7 bin ABD Doları kazanan üretici zeytinde bunun 10’da birini kazandığını düşününce bu alana doğru geçmek istiyor. Emek yoğun üretimde, örneğin kiraz dalda kalınca çiftçi yine sıkıntıya giriyor. Ürünü ürettik bu sefer toplayamıyoruz. Kirazı toplamadaki sıkıntı, işçi bulunamamasından. Suriyeli tarım işçileri ise 80 TL/gün hesabıyla çalışıyorlar ve günde 12 kg toplayabiliyorlar. Kırsalda yaşlı nüfus çok ama genç yok. Üreticiler tüketici konumuna geçmiş durumda. Çözmemiz gereken tam bir işgücü piyasası problemi.
Yaklaşık 470 bin ton domatesi 304,5 milyon dolar bedelle yurtdışına satıyoruz. Toplama ve nakletme hataları nedeniyle domatesin %25’ini kaybediyoruz. Üstüne hal komisyoncusu %12, market tedarikçisi % 0, tüccar %40 koyuyor, kayıp oranımız çok yüksek.
Daha ancak geçen sene temeli atılan Mersin, Tarsus Tarımsal Ürün İşleme İhtisas Organize Sanayi Bölgesi (TÜİOSB) gibi ihtisas bölgelerinin ülke genelinde sayılarını çoğaltarak, ürünlerimizde fire oranlarını düşürür, yabancı alıcılara güven veren, ciddi katma değer artışları sağlayan, ihracat odaklı tamamlayıcı çalışmalar yapmış oluruz.
Pamuk
Genel Müdürlük, Müsteşarlık, Bakanlık görevlerimiz gereği ilgilendiğimiz pamukla çok içli dışlı olduk. Pamuk, bizim ülkemiz gibi, ilk başta ana ihracatı tekstil-konfeksiyon olan ve halen de ihracat gamında otomotiv ihracatına yakın bir döviz büyüklüğü olan bir sektör için stratejik bir girdidir.
Çeşitli üniversitelerimizde yapmış olduğum söyleşilerde, üniversitelerimizin ziraat ve tarım bölümlerinde şu an ürettiğimiz ve oldukça iddialı olduğumuz ürünlerin, ülkemize ilk olarak nereden, nasıl geldiğine dair bilgilerin verilmediğini gördüm. Örneğin, stratejik bir ürünümüz olan pamuğun Türkiye ‘de olmasının ve Mersin şehrinin kurulmasının nedeninin Amerika’daki Kuzey-Güney savaşı olduğunu biliyor muydunuz? Üzülmeyin bilenlerin sayısı oldukça az. 1860’larda ABD Kuzey-Güney savaşının yarattığı pamuk ekimindeki sıkıntılar nedeniyle ABD’de pamuk ticareti yapan İngiliz ve Yunanlı işadamlarının alternatif yer arama çalışmaları sırasında Çukurova’yı keşfetmeleri önemli bir başlangıçtır. Çukurova’nın bir pamuk üretim merkezine dönüşmesi ve Süveyş Kanalının da açılacak olması nedeniyle yeni ve işlevsel bir limana ihtiyaç vardır. Böylelikle Mersin’den eski ve büyük bir şehir olan Tarsus’un yanı başında Mersin liman şehri geliştirilir. Birçok okuyucumuzun da yeni karşılaştığı bir ürün ve bir şehir hikayesinden ürünün ülke ekonomisi kısmına geçelim.
Devlet Planlama Teşkilatı’nda Özel İhtisas Komisyonları toplantıları yapılırken, bürokrasi ve sektör temsilcileri, sivil toplum örgütleri ile birlikte komisyon toplantılarına katılır ve raporların hazırlanmasına katkıda bulunurlardı. Daha sonra Dış Ticaret Müsteşarlığı, Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğü ve Dış Ticaret ve Gümrüklerden Sorumlu Devlet Bakanlığı dönemimde (1994-2009), sektör toplantılarını aynı formattan devam ettirdik. Siyasi herhangi bir baskı olmadan, özel sektör temsilcileri ve bürokratlarla beraber karar almaya gayret ettik. Bu dönemde oldukça verimli yol aldığımızı söyleyebilirim. Tabii farklı çıkar gruplarını bir araya getirerek karar alınmasını beklemek bazen çok uzun ve stresli toplantılara katlanmak demekti. Ancak ortak karar almadan toplantı salonunu kimse terk edemezdi. Pamuk üreticilerini, iplik üreticilerini, tekstil ve konfeksiyon üreticilerini aynı toplantı salonunda, kırmadan, dökmeden karar almaya zorlamak başlı başına sıkıntılı bir işti. Çok donanımlı bir kadroyla her işin üstesinden gelmeye çalıştık. Hammadde üretiminin, ithalatının, ihracatının ve yan sanayisinin planlamasının da yapıldığı sonuç odaklı toplantılar her zaman bürokrasinin kayıtlarda kalan hafızası olarak bizden sonrakilere de yol göstermiştir. Hepsi birbirinden beslenen, hepsi de birbiri ile menfaat çatışması yaşayan sektörler Ankara ‘da birkaç gün kalıp çok mutlu ayrılmasalar da, altında kendi imzaları da olan sonuç ve uygulama bildirgesiyle ayrılırlar, gerektiğinde bölgelerine vardıklarında da bu konu ile ilgili kararları resmi gazeteden okurlardı.
Ülkemiz başlangıçta pamukta kendine yeterli bir üretime sahipti. Sonradan gelişen tekstil ve konfeksiyon sektörünün ihtiyacını karşılayamaması ve yükselen maliyetler dolayısıyla yaklaşık 300 bin tonla başlayan ithalat rakamı, 1 milyon ton ithalat rakamına kadar ulaştı. Tekstil, konfeksiyon sektörünün ana ve değişmeyecek girdisi olan ürünle ilgili ithalatı, tamamıyla, pamuk üreticisine doğru destek vererek kısa vadede çözebileceğimiz bir problem olarak görüyoruz.
Pamuk, şeker pancarı, tütün... Her biri için çok uzun yorumlar yapmak mümkün ancak sorun çok benzer, doğru destek verilmesiyle çözülebilecek alan grubunda. Sonuçta başta belirttiğim gibi ürüne dayalı sanayisine ve ihracatına odaklı çalışma gerektirir.
Fındık
Yine üretiminde çok kuvvetli olduğumuz, ancak piyasayı ve borsayı alıcıların yönlendirdiği bir diğer stratejik ürünümüz fındıktır. Dış Ticaret Müsteşar Yardımcılığım ve Müsteşarlığım döneminde (1997-2002) Fındık Tanıtım Grubu kurduk ve geliştirdik. Elde kalan fındıkları değerlendirmek, marka değeri yaratarak fındık ihracatını artırmak, fındığın iç talebini artırarak dengeleyici ölçeklere ulaşılmasını sağlayan bu çalışmaları o dönem çok ses getiren reklam çalışmalarından ve Çin’e yaptığımız ihracat çalışmalarından hatırlayabilirsiniz.
Hep dile getirilen, Hamburg’daki fındık borsasının Türkiye’ye getirilmesi konusu bu altyapıyla o kadar kolay değil. Yeri gelmişken belirtelim Hamburg’da aslında borsa yoktur, ancak fiyatlar sadece orada büyük alıcı depolarında tespit edildiği için işlevsel olarak böyle adlandırılır. Daha önce de belirttiğimiz gibi kakao ağacı olmayan İsviçre’nin çikolatayı, tropikal iklimi olmayan Hollanda’nın dünya çiçek sektörünü idare etmesi nasıl oluyorsa, fındığı olmayan ülkelerin de fındık borsası oluşturması aynı nedenlerle olmaktadır. Önceden de ifade ettiğimiz gibi dağıtım kanallarına, sanayisine ve sonuçta talep eğrisine hükmetmemizi sağlayacak bir dizi çalışma gerektiriyor. Bu ürünlerin sanayilerini kendi ülkelerinde kuramayan ülkeler, alıcıların yönlendirmesine muhtaç kalırlar. Fındığa dayalı sanayi tesislerinin içeride yer alabilmesi için fiyatının belli bir seviyede tutulması gerekir. Fiyat çok yükselince, sanayici fındık yerine badem, pirinç gibi ürünler kullanmaya başlar.
Her şekilde devletin yönlendirici olması gerekecektir. Stratejik ürünler bütünüyle piyasa dinamiklerine bırakılamaz. Dünya lideri olduğumuz ve yaklaşık yılda 2 milyar dolarlık bir ihracat geliri sağlayan fındığın sanayisini geliştirdiğimizde, ülkemiz ciddi ihracat rakamlarına ulaşacaktır. Ülkemize fındıkla ilgili gelen çikolata, şekerleme firmalarıyla üreticinin arasını bulmak yine haksız rekabet ve oligopol pazarlara dikkat ederek ve daha fazla ihracat geliri elde edecek şekilde devlet hakemliğine kalacaktır.
Gaziantep ve Mersin Örnekleri
İstenilirse ülkemizde beraberce her şeyin güzelce yapılabildiği örnekler de var. Görev yapma gururunu taşıdığım iki güzel ilimizi örnek verebilirim. Gaziantep milletvekili olduğum dönemde (2002-2007), Gaziantep’in harika mutfağını sadece Türkiye’ye değil, dünyaya tanıtmak için çalışmalar yaptık. Komşu, çevre ülkelerin ve AB ülkelerinin Dış Ticaret Bakanlarını davet eder, fuarlar ve toplantılar sonrasında Gaziantep’in diğer alanlarda olduğu kadar gastronomide de bir dünya markası olduğunu bakanların kendisinden dinleyecek kadar örnekleme yapmış olurduk. Bu bakanlar damaklarında bizim mutfağın lezzeti ile bizim elçilerimiz olarak gittikleri ülkelerinde görevlerini hakkıyla yaparlardı. Bizden sonra gelen arkadaşlar da bu çalışmaları başarıyla devam ettirdiler. Halen Gaziantep, dünyada en önemli gastronomi merkezlerinden biri olarak hizmet veriyor. Çünkü Gaziantep’de doğru bir kümeleşme var. Organize Sanayi ve Serbest Bölgeleri ile destekleyici, tamamlayıcı endüstriler, un ve makarna gibi tarıma dayalı sanayii var. Bu kümeleşme modeli rekabetçi avantajı artıyor, böylelikle ihracat da başarılı ve sürdürülebilir oluyor.
Daha sonra Mersin milletvekili olduğum dönemde de (2007-2011) yörüklerin köy kahvaltılarına gittiğimizde ikramların çoğunun marketten olduğunu görünce, yerel ürünlere geçilmesi için destek verdik. Köy kahvaltılarında verilen ürünlerin özellikle yerel üreticilerden temin edilmesini şart koştuk. Bölgede yetişen kekik, defne, adaçayı, biberiye gibi ürünlerin, işlendiği ve yağları çıkarıldığı zaman kilogram değerlerinin 30 kat fazlasına satılmasının mümkün olduğunu gösterdik. Başka bir deyişle, yüksek katma değere sahip ürünün ne anlama geldiğini ana yapıdaki, küçük orta boy ailelerin daha fazla kazanıp ürünlerini ihraç edebileceklerini göstermeye çalıştık. Akdeniz ihracatçı birlikleriyle ülkemizin ilk altın çileğini (physalis peruviana) üreterek, üreticiler için ücretsiz fidan dağıtımı yaptık. Ayrıca hatırladıklarım arasında, Mut ilçesinin ilk defa 15 milyon $ tutarında kayısı ihracatı yapması ve bir tarıma dayalı sanayii işletmesi olarak, seneler sonra ilk zeytinyağı fabrikasına kavuşması var.
Bitkinin dili
Tarım, tıp bilimi gibi benzer fakat ayrı bir disiplin. İnsan gibi toprağın da, bitkinin de dilinin keşfedilmesi çok önemli. Bitkinin dilini keşfedene kadar çok uğraş veren üretici sonunda verim artışını sağlıyor. Sonrasında bitkinin matematiği karşımıza çıkıyor. Bitkinin matematiğiyle alakalı nakit maliyetleri, iklim değişiklikleri, bir bitkinin büyümesi için metabolizmasının nasıl çalışması lazım geldiği konuları önemli başlıklar. Bu bitki hangi ortamda olmak ister? Nerede nasıl yetişir? Bitkinin dili, yaprağın dili, bunların hepsi ayrı uzmanlık alanı.
1994 yılında Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğümüz sırasında bir Hollandalı Serbest Bölge firması, o zaman için ileri bir teknoloji olan yapraktan kopyalama metoduyla Antalya Serbest Bölgesinde değerli bitki üretimi yapıyordu. Biz sadece, tohum ve fideden üretim yaparken, birebir yapraktan kopyalama yöntemi hepimize işin geleceğini gösteren önemli bir örnek olmuştu.
Ne yapmalı? Devlet eliyle yapılması gerekenler
Tarım rakamlarının analizi zordur, nerden baktığınıza göre değişir. Örneğin kendimizi tarımsal hasılada Avrupa 1’incisi, dünya 7’incisi olarak görüyorsak, ona göre gereğini yapmalıyız.
Tarım bakanlığında yaklaşık 30 bin ziraat mühendisi 200 bine yakın kayıtlı çiftçiye dokunabiliyor. Dijital yöntemlerle çalışma yapabiliyorlar. En yaşlı istihdam tarımda, bu da aslında kullanılabilse, önemli bir bilgi birikimi demek. Ürün ve yöntem hafızası oluşturmamız gerekiyor. Tarımın doktoru çok hastanesi yok derlerse de bütün ekilebilir alanlar bu doktorlara açık. Tarım Bakanlığı, İçişleri ve Savunma Bakanlıklarına, Orman Bakanlığı’na, Çevre Bakanlığına, özel sektöre, ithalatçılara, ihracatçılara ve üniversitelere bilgi veriyor ve o birimlerden bilgi alabiliyor. Oldukça önemli ve kuvvetli bir ağ oluşmuş durumda.
Tarım Bakanlığı’nın ne yapması lazım? Bu ağdan, bu bilgi birikiminden yararlanarak çalışan bir kurul oluşturmalı, bakanın hiçbir konuyu atlamayacağı böyle bir platforma başkanlık etmesi lazım, böyle sağlıklı bir yapıyla sürdürülebilir başarı sağlanabilir. Bu platformla insanımıza tarım, gıda ve ticaret konularında eğitim destekleri verilmeli. Gelecek nesiller için hızla tarım yüksekokulları, tarım liseleri ve kolejleri açmanın vakti geçiyor.
- Bir taraftan tarımsal mekanizasyonda önemli gelişmeler sağlanırken diğer taraftan büyük sera projeleri de önemli, özellikle jeotermal enerji kaynaklarının kullanılmasıyla oluşturulan seralarda verim çok yüksek oluyor. Ar-Ge bölümlerinde prototipleri yapılan gezici tarım laboratuvarlarının, Türkiye genelinde yaygınlaştırılmasının sağlanarak toprak analizlerinin yerinde, kısa sürede yapılması ve Tarım Bakanlığı kayıtlarına girmesi gerekiyor.
- Akıllı tarım uygulamalarının yaygınlaştırılmasının sağlanması gerekiyor. Bunun için akıllı tarım teknolojilerinin alımını destekleyecek bir eylem planına ihtiyaç var. Yoksa gelişmiş ülkelerle uçurum daha da açılacak. Bu ülkelerde satılan yeni tarım ekipmanlarının yaklaşık %80’inde akıllı tarım teknolojisi bileşeni var. Akıllı tarım için çok daha büyük arazilere ihtiyaç var. Tarımsal kalkınmada mekanizasyon son derece önemli. Mevcut makina parkının yaşlı olması, dolayısı ile geçerli teknolojilerden uzak olması ciddi bir ağırlık yaratıyor. Yenileştirme çalışmaları yapılırken, ortak makine kullanım modelleri Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkeler incelenerek yapılmalı, akıllı tarım makinalarının kullanımıyla eksiklerimizi kapatmalıyız. Tarımda dijitalleşmenin son yıllarda sosyal dönüşüm de sağlayarak gençlerin sektöre olan ilgisini artıracağını düşünüyoruz. Ayrıca günümüzde eskisi gibi köyden şehire değil, şehirden köye bir göç başladı, bunlar da yeni köylüler, yeni bir potansiyel.
- Arazi toplulaştırma hala yetersiz. Miras yoluyla arazilerin bölünmesinin engellenmesi, arazi toplulaştırma çalışmalarının hızlanması, sınırsız köy projeleri, sanal toplulaştırma çalışmaları olumlu gelişmeler. Atatürk yaklaşık bir asır önce çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve surette bölünemez bir nitelikte olmasını söylerken biz çiftçileri büyük şehirlere göçe mecbur bıraktık. 20 sene önce İllinois Üniversitesi’nde işletme üzerine lisansüstü çalışma yaparken uçsuz bucaksız tarım arazilerinin miras yoluyla parçalanmadığını, ölçeğin muhafaza edilecek şekilde devlet tarafından alındığını ya da bu ölçeği muhafaza edecek kooperatif veya tarım şirketi oluşumunca sahiplendiğini gözlemlemiştim. Kısacası miras yoluyla toprak bölünmüyor, gelir bölünüyordu. Döndükten sonra her platformda dile getirdim. Bu yönde yasal çalışmalar geç de olsa yapıldı ancak daha hızlı hareket etmemiz gerekiyor.
- Çok yakında yer alan Chicago Borsası’nda da dünyaca ünlü tarım borsasının nasıl çalıştığını gözlemleme imkânım olmuştu. Options ve Futures adı verilen ve üreticinin ürün politikasını ve dünya fiyatlarını belirleyen bu sistem, sonradan bizde vadeli işlemler borsası olarak uygulanmaya çalışılsa da aynı şekilde hizmet vermekten çok uzak kaldı. Gelişmiş tarım ülkeleri uygulamalarının izlediği yolu tekrar keşfedecek kadar zamanımız yok.
- Sahte tarım ilaçları kullanımı çok ağır cezalandırmalı ve hepimizin sağlığını etkileyen bu sürecin gerçekten denetlenmesini sağlamalıyız. Bu tip işlerin görmezden gelinmesini kimler sağlıyorsa sistemden gidermek zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. İlaç bayileri tabii ki kâr etmeli, ancak hepimizin sağlığını ilgilendiren alanlarda, onların da sorumlu tutulması gerekmektedir. Toprak analizinde eski raporların yeni gibi kullanılması, bayinin elinde ne kalmışsa o ilacı tüketiciye vermesi ne kadar doğrudur? Doğal olmayan olgunlaştırma yöntemleri kullanmaya itilen üretici ağır yaptırımlarla bütün zincirin maliyeti ödeyeceğinin hesabını yapmalıdır.
Bizde senelerce gerek üretimde, gerekse üründe fiyat düşürmek isteyen alıcı ve ithalatçı ülkelerin bahanesi olan Akdeniz meyve sineği ile hep ilaç kullanarak mücadele etmemize rağmen nedense yok edemiyoruz. Artık beraber yaşamaya alıştığımız bu canlılar alternatif olarak diğer büyük dünya üreticilerinin çok önceden yaptığı, kısır böcek uygulamalarıyla giderilebilir.
Yine aynı şekilde hormon kullanımı ve bitki gelişim düzenleyicileri yerine, bambus arılarının kullanılması, özellikle sebze ve meyvede çok daha iyi ve sağlıklı sonuçlar vermektedir. Ayrıca arıcılık da yüksek katma değer yaratan bir sektör, öyle ki dünyada polenlenen bitkinin mali değeri yaklaşık 265 milyar dolar. Çok büyük ve pay daha fazla pay almamız gereken bir büyüklük.
Ayrıca sanayiye ağırlık verelim derken, ne sanayide ne de tarımda istenilen noktaya gelemedik. Yaklaşık 270 bin km2’lik bir tarım arazisinin yaklaşık 40 bin km2’sini kaybetmiş durumdayız. Bürokrasimizin dikkat etmesi gereken bir diğer önemli nokta.
Sulama
GAP gibi dev bir projeyi kendi imkânları ile tamamlama başarısı gösteren ülkemiz, sulama projelerinin ancak %20’sini tamamlayabildi. Burada kaynak eksikliklerinin yanı sıra, siyaset ve paralelinde bürokrasideki değişiklikler ana roldeydi. Sulama, tek iktidar dönemlerinde de Çevre Orman Bakanlığı’nda mı, Tarım Bakanlığı’nda mı olsun tartışmalarıyla vakit kaybedildikten sonra, Devlet Su İşleri’nin (DSİ) bağlı olduğu bakanlıkta kaldı. Sulama projelerini hızla tamamlamaya çalışırken, geçmişte tamamladığımız bölgelerde yaşadığımız toprağın tuzlanması sorununa dikkat etmemiz, aynı hatayı ikinci defa tekrar etmememiz gerekiyor.
Çokça dile getirilen bir diğer gerçek de bitkiyi değil, toprağı sulamamızdır. Ülkemizde damlama sulama oranı %5, yağmurlama sulama oranı %20’lerde. Tabii tarımsal ürünlerin su ayak izini çıkarmakta ne kadar gecikirsek, hangi ürüne ne kadar su lazım geldiğini tam olarak ölçemezsek, 2030 sonrası su fakiri ülkeler grubunda olacağımızdan çözümlerimiz daha da zorlaşır. Suyu uygun kullanan, israf etmediğini belgeleyebilen üreticilere de teşvik primleri ödeme sistemi getirilmesinin önemli olduğu ortadadır.
Ülkemiz su fakiri olmasa da su azlığı olan ülkeler arasında gösterilmektedir. İklim ve kuraklık bölümünde belirttiğimiz gibi şu sıralarda ülkede barajların su seviyesi çok düşük, bize gerekli ikazları veriyor.
Tohum
Bilindiği gibi ilk tarım toplumundan bu yana tohum, tarımın temelidir. Tarımın da temeli son Göbeklitepe kazılarından da bir kez daha ispatlandığı gibi Anadolu topraklarıdır. 12.000 yıl önce insanla beraber evcilleşen bizim Göbeklitepe’deki buğdayımız. Bir başka deyişle buğdayın gen merkezi bu coğrafya. Birçok tohum çeşidinin anavatanı olan yaşadığımız topraklar, çok alanda bağımsızlık savaşı vermiştir. Günümüzde tohum açısından diğer ülkelere bağımlı olmamak da başlıbaşına bir bağımsızlık mücadelesidir.
Sertifikalı tohum üretimini artırmamız ülkeler arası rekabet gücümüzün yükselmesi yolunda çok önemli olacaktır. Sertifikalı tohum üretim desteği son 10 yıldır hiç artırılmazken, kullanım için verilen destek ise son 4 yıldır aynı seviyede. Rekabetçi bir ülke olmanın şartı doğru desteği doğru alanlara verme gerekliliğinden geçiyor. Kısıtlı olan desteğin doğru yere yani sadece sertifikalı üreticilere verilmesinin sağlanması, bunun önceden ilan edilerek sertifikasız üretimin caydırılması gerekiyor.
Dış Ticaret Müsteşarı olduğumuz dönemde İGEME (İhracatı Geliştirme Merkezi) olarak, nohut tohumu için dar bir bütçe ile çalışmalar yaptık. Gökçe adını verdiğimiz nohut tohumu iç piyasa dışında dışarıya da ihraç edilecek kadar başarılı oldu. Bugün hala piyasada, bu çalışma diğer kurumlara iyi bir örnek teşkil etti.
Tabii tarım konusunda diğer önemli bir gerçek, tohum üreten firmaların, tarım ilacı da ürettikleri ve bu pazarı da kolay kolay kaybetmek istemeyecekleri gerçeği. Bu şirketlerin ürettiği zehirler önce toprağımıza sonra yiyeceklerimizle evimize giriyor. Bu çok büyük sermayeli firmalar ilk olarak ülkelerdeki tohum yapısına el atıyorlar, önlem alınmazsa, önce ata tohumlarımızı yok etmeyi hedefliyorlar.
Biz yaklaşık 1.5 milyar dolarlık tohum üretirken, Çin ve ABD 10 milyar dolar üzeri tohum üretimi yapmaktadır. Ata tohumunun korunması ve tohumculuk konusunda son dönemde iyi çalışmalar yapılmakla beraber yeterli değil. Miras aldığımız Ata tohumları gelecek nesillere bırakacağımız en önemli miras olacak. Tohuma sahip olmak, gıdaya sahip olmak, diğer ülkelerden öne çıkmak, bağımsızlık ve gıda güvenliğini sağlamak demek.
Bu alanda büyüyen yerli şirketlerimizi yabancı şirketlerin alması, bunların küçük sermayelerle büyük ticari hacimlere ulaşması ilerisi için stratejik ürünler konusunu bir kez daha önümüze ağır maliyetle getirebilecektir. Birçok tarım ürününde bu topraklardan elde edilen tohumları yurt dışından almak zorunda kalmamız, ağırlık vermemiz gereken stratejiyi kendiliğinden ortaya koymaktadır. Burada da ihracata dayalı bir tohumculuk politikası getirilerek ölçeğin yakalanmasının sağlanması, maliyetlerin düşmesi ve tohumculuğun Türkiye’nin önemli döviz getirici kalemi olması sağlanabilir.
Serbest Bölge Çözümü
Tarım ve tarım planlaması ve bazı ürünlerle ilgili bazı bilgiler vermeye çalıştık. Yukarıdaki bölümlerde kendi politika önerilerimiz de oldu. Bu konuda gelen teşvik önerilerine de baktık.
Bütün bu teşvik setlerini birbirinden nasıl ayıracağız? Birçok yabancı ve yerli yatırımcı için kafa karışıklığına sebep olacak karmaşık teşvik setleri yerine deprem bölgesinin tamamını Serbest Bölge ilan ederek, gelirler ve kurumlar vergisinden muaf bir kalkınma planıyla entegre edilmesi daha uygun olacaktır. Zamana karşı yapılan bu yarışta deprem bölgesinin çabuk toparlanması ve sürdürülebilir bir kalkınma yaşamasını ancak böyle sağlayabiliriz.
Bu 11 ili kapsayacak bugüne kadar örneği olmayan, büyük bir serbest bölge olacak, ancak uygulama prensipleri mevcut serbest bölgelerimizin benzeri olacaktır. Ülkemizin bu konularda yaklaşık 40 senelik bir deneyimi bulunmaktadır. Ülkemizde 1 kg’lik ihraç ürünü 1 ABD Doları’na ihraç edilebilirken, Serbest Bölgede üretilen bir ürünlerin bir kilogram ihracat değeri 12 ABD Doları’nı bulmaktadır. İhracat, sadece miktarla değil değerle ölçülen bir kavram ve şu sıralarda çok ihtiyacımız var.
Aslında 11 şehirden 3’ün de bahsettiğimiz ölçekte olmasa Serbest Bölgeler vardır ve senelerdir başarıyla hizmet vermektedir. Bu deneyimler çerçevesinde, mega ölçekte bir Serbest Bölgenin çalıştırılması zor olmayacaktır
Çok hızlı bir şekilde bölgeyi ayağa kaldırmak, mevzuat engellerin üstesinden gelmek, karışık ve dağınık vergilendirme ve teşvik sisteminin basitleştirilmesi, yerli ve yabancı firmaların yeni yatırımlarla gelmesinin sağlanması, en önemlisi deprem mağduru tarım ve sanayi kesiminin hızla, işlerini eskisinden daha iyi yapabilecekleri ortamı sağlamak ve yerli ve yabancı finansmanın girişini kolaylaştırmak ve ihracatı artırmak amacıyla kurulacak bir serbest bölge kısa sürede toparlanma sağlayacaktır.
Serbest bölge kapsamında tek bir merkezden yönetim, bölgedeki kamu görevlerinin koordinasyonunu ahenk içinde bu merkezden yönetilmesi, altyapı ve üstyapı çalışmalarının kolaylaştırılmasını sağlayacaktır.
Serbest Bölge kapsamında gelir vergisi ve kurumlar vergisi muafiyetleri verilen deprem serbest bölgesinde, 11 ilin iş dünyası kendini çok çabuk toparlayacak, yabancı ve yerli sermaye hızlı yatırım kararları alacaklardır.
İskenderun Limanı, Serbest Liman statüsüne sahip olunca rekabet avantajını yakalayarak kapasitesini artıracak, bölge zaten altyapısı var olan lojistik imkanları hızla geliştirecektir.
Diğer serbest bölgelerimizde olduğu gibi tek bir kararname ile kurulacak serbest bölgenin işletilmesi, bölgedeki şirket temsilcilerinden oluşacak bir Anonim Şirket tarafından yapılacaktır. Uygulama esasları, finansman temini, gibi hususlar madde sayısı az, tek bir yönetmelikle belirlenecektir.
Burada istenirse daha fazla teknik detay verebiliriz. Okuyucumuzu da yormamak için şimdilik amacın hasıl olduğunu düşünüyoruz.
Deprem Bölgesinin, serbest bölge destekleriyle 4T olarak adlandırdığımız Tarım, Ticaret, Taşımacılık ve Turizm faaliyetleri katkısıyla hızla dünya liginde yerini alacaktır.
Sonuç
Bu arka arkaya yaşadığımız salgın, savaş ve depremler döneminden çıkan ve her dönem bize lazım olacak yeni bir milliyetçilik akımı var. Gıda milliyetçiliği, tarım milliyetçiliği ve tohum milliyetçiliği. Aslında yol haritası kendiliğinden çıkan bu akımın gereğini yapmak, özellikle de halen 55 ülkede 135 milyon kişinin gıda güvencesi açısından kriz düzeyinde kötü durumda olduğunu ve giderek dünyadaki sıkıntıların artacağını hiç unutmayarak çalışmalarımızı hızlandırmamız lazım.
Bu topraklarda çok bağımsızlık mücadelesi vermiş olan ülkemizin, tarımda bağımsızlığını, tohumda ve canlı hayvanda, diğer ülkelere ihtiyaç duyulmayacak bir altyapı hazırlayarak ve doğru destekler vererek, gerçekleştirmesini sağlamalıyız.
1980’lerde Ortadoğu’nun et ihracatçısı bir ülke olarak besiciye, üreticiye vermemiz gereken farklı bir kaynak var mı diye baktığımızda, desteklerin göreceli olarak biraz daha fazla ancak aynı tip olduğunu görüyoruz. Aynı yıllarda başlatılan terör faaliyetlerinin mera ve besicilik faaliyetlerini çok zorlaştırdığını da hesaba katmak lazım. Şu anda terörün kökünü kazıma çalışmalarıyla artan imkânlara, doğru tarım ve hayvancılık faaliyetlerini de ekleyebilirsek, yine ve yeniden en büyük ihracatçı ülkeler arasına girebiliriz.
Tarımın payı Gayrisafi Yurtiçi Hasıla içinde giderek daralmakta. Daha önce belirttiğimiz gibi 2010’da %9, 2019’da ise %6,4. Tarım toplam işgücünün 1/3’ünü oluştururken, beslenmede, kırsal kalkınmada, sanayi hammaddesi arzında ve ihracatta çok stratejik olduğu defalarca kanıtlanmış bir sektör.
Tarım ürünleri ve et ithalatımın yeterli dövizimiz olsa bile sürdürülebilir olamayacağını gördük. Zaten böyle bir zenginliğimizin de olmadığı ortadadır. Eti, kurbanlığı, bir de üstüne yemi, samanı hatta çobanı Afganistan’dan, çay toplayıcılarını da Senegal’den den ithal ettiğimizi düşünürsek, durumun pek iç açıcı olmadığı açıktır.
Toplam alanda az, GSMH’da fazla yer kaplayan ürünlere doğru sağlıklı geçiş yapmalıyız. Kalan alanları, meraları yetersiz, yem bitkisi de tedarik edemeyen üreticiyi desteklemek için kullanmalıyız. Tarım arazilerinin rant için satılarak betonlaşmanın çoğalması bu ülkenin tarımı iyice ihmal ettiğini gösterdi. Tedarik zincirinin güvenliği için yerel üretim, onun için de tarım toprağı lazım. Ölmüş toprak maalesef diriltilemiyor. Hepimizin bildiği gibi insanlığın gıda güvenliği ise biyolojik çeşitlilikle doğrudan bağlantılı.
Tarıma verilen destek, diğer sektörlerin de dolaylı olarak desteklenmesi anlamına geliyor, tarım makinaları dahil diğer mal ve hizmet gruplarının da yararlanacağı anlamına geldiği için verilmesi gereken doğru bir destek. Sanayici, tüccar ve esnafın yararlandığı borç erteleme ve uygun şartlı kredi imkânlarından çiftçimizi de yaralandırmalıyız. İyi tarım uygulamalarına, organik tarım uygulamalarına daha fazla destek vermeliyiz. Ceza yerine, işini iyi yapanı ödüllendirme politikalarına ağırlık vermemiz gerekiyor.
Bu yaşadığımız deprem felaketleri ve insan yapısı salgın ve savaş dönemleri bize, kendi kendimize yeterli olmamız gerektiğini tekrar öğretirken, burada elde edeceğimiz altyapıyla, ihracatımızı çok daha fazla artırma becerisi veriyor.
Ancak tamamını ele aldığımızda, son yaşadığımız depremlerle, toparlanmamızı çok hızlandırmamız ve yaşadığımız felaketlerin milli gelirimizde yaratacağı düşüşü tersine çevirmek ve kalıcı ihracat artışı için bir hızlandırıcıya ihtiyacımız var. Deprem bölgesinin tamamını, 11 ilin bütününü kapsayacak bir Serbest Bölge ve dünya ticareti ile entegrasyonunu sağlayacak İskenderun Serbest Limanı.
Deprem bölgesi, serbest bölge destekleriyle 4T olarak adlandırdığımız, bölgede zaten altyapısı olan, Tarım, Ticaret, Taşımacılık ve Turizm faaliyetleri ile hızla ayağa kalkacaktır.