Zevkli yolculuklar

Dr. Uğur TANDOĞAN NOT DEFTERİ

Geçtiğimiz 2-3 haftadır bir eğitim için Bakırköy’e gidip geldim. Gidip gelirken de metro ve Marmaray kullandım. Bu seyahatlerde gözlem yapma fırsatım oldu. Bu hafta bu izlenimlerimi paylaşayım dedim.

İzlenimlerim

Sanırım halkımız şişmanlamış ya da tamamen bir rastlantı. Trenlerde yanıma hep kilolular düştü. Bildiğiniz gibi, vagonlarda sıralar ortak mülkiyet esasına göre yapılmış. Oturulan yerlerin yanlarında sınırları yok. Böyle olunca yanınızdaki yere oturan kişi kilolu ise, sınır ihlali yapıyor; vücudu yanlara taşıyor. Bir de yanında bir arkadaşı varsa, ona doğru dönüp konuşmaya başlarsa kişinin bir küresinin büyük bölümü sizin koltuğa tecavüz ediyor. Hele bir de rahat birisi ise (Kiloların bir kısmının bu rahatlıktan kazanıldığına inanıyorum) bu sıkıştırma, sizi oturduğunuz yerden edecek kadar ileri gidebiliyor.

Sınır tanımayan bir milletiz vesselam. Diyelim ki, adam kilolu değil. Gövdesi bulunduğu yerden yan koltuklara taşmıyor. Ama bu kez bacakları taşıyor. Köy kahvesinde oturur gibi, sanki bir taraflarını havalandırır gibi, bacaklarını açarak oturuyor. Bir de yanda oturan kadınsa, adamınki tacize giriyor. Diyelim kişi bacağını açarak çevresini rahatsız etmedi. Bu kez bacak bacak üstüne atarak rahatsız etmeyi deniyor. Önünüzde her an size değmesi an meselesi olan bir ayak ve onun içinde olduğu bir ayakkabı sallanıyor. İstanbul sokaklarında gezmiş, bir pis ayakkabı. Merak ediyorsunuz: Acaba bu ayakkabı bana ne zaman sürünecek? Kimin elbisesinde temizlenecek? Bu rahatlıkta oturan kişiye “Trende içki servisi yok” diyesim geliyor.
Konuşma konusu da ayrı bir mesele. Bu cep telefonları olmadan önce milletimiz resmen lal imiş. Cep telefonu çıkmış da milletimiz konuşma özgürlüğünü kullanır olmuş. Marmaray, Kazlıçeşme’den başlayarak yer üstünde gidiyor. Burada telefonlar çekiyor. Tren yeryüzüne çıkar çıkmaz herkes telefonunu cebinden çıkarıyor. Ve konuşuyor. Geçenlerde trende ilginç bir delikanlı vardı. Trende hem ayakta dolaşıyor, hem de telefonla konuşuyordu. Sahneye çıkmış bir sanatçı gibiydi. Ben Bakırköy’den bindiğimde konuşuyordu; kim bilir, hangi istasyondan binmişti ve konuşuyordu. Eskiden uyumayan bebekleri dolaşarak uyuturlardı. Anladığım kadarıyla bu delikanlı da hattın karşı tarafındaki sevgilisini uyutmaya çalışıyordu. Tren Kazlıçeşme’den sonra yer altına dalınca telefon çekmedi ve delikanlının da sesi kesildi.
Allahtan yeraltında telefonlar çekmiyor da bu telefon konuşmalarından metroda korunuyorsunuz. Fakat, telefonlar yine bir değişik nedenle metrodaki gürültünün nedeni. Telefonlarda kayıt edilmiş videolar var. Bazen arkadaşlar, kulaklarında kulaklık, birlikte video seyrediyorlar. Genelde sanırım komik videolar seyrediyorlar. Yorum yapıp gülüyorlar. Tabi ki, kulaklarda kulaklık olduğu için birbirleri ile bağırarak konuşuyorlar ve gülüyorlar. Bir keresinde yanımdaki bir kişi böyle ortak video seyreden iki genç çocuğa baktı. Sadece dudaklarını oynatarak ses çıkarmadan konuşur gibi yaptı. Çocuklardan birisi bunu fark edip, duymadığını sanarak kulaklığını çıkardı. Ben de “Çok komik olmalı” dedim. Genç çocuk, “Evet” deyip güldü. Ben de güldüm, pantomim yapan adam da güldü. Gülüşlerimiz vagonun asıl suratlı ciddi havasında eriyip gitti.

Telefonlar, gençler için bir kurtarıcı. Ayakta duran, hatta duramayan, yaşlılara ve çocuklu kadınlara yer vermemek için telefonlarına gömülüyorlar.

Trenlerde bir de uyuyanlar var. Ne yapsın millet? Bu yaz saatinin sürekli olması dolayısıyla daha kargalar kahvaltılarını yapmadan yola düşüyor insanlar. Trenlerde en çok imrendiğim ise, “profesyonel” (!) uykucular. Nasıl mı profesyoneller? Kişi, sanki programlanmış robot gibi; vagona giriyor, oturuyor ve uyumaya başlıyor. Nasıl bir programsa, kişi, durağını da kaçırmıyor. Durağı gelince yine aynı düzgünlükte uyanıyor, kalkıyor ve iniyor. Fakat ya hiç horlamıyorlar ya da susturucu takıyorlar. Çünkü o kadar uyuyan gördüm, ama hiç horlayana rastlamadım.
Toplu taşıma araçlarını kullanma şekli, ulusların karakterlerini de yansıtıyor. Normal işlerimizi savsaklıyoruz, ama yolculukta çok aceleci bir milletiz. Örneğin, ineceğiniz durağa geldiniz. Kapı önünde bekliyorsunuz, kapı açılıyor. İstasyonda da bekleyenler var. Vagon kapılarının nerede açılacağı belli, insanlar oraya yığışmış durumda oluyor çoğu kez. Ve kapı açılır açılmaz içeri bir atak başlıyor; sizin çıkmanızı bekleyemiyorlar. Belki de o durağın sadece binenler için olduğunu, inecek kişinin olmayacağını sanıyorlar.

Asansörler de ayrı bir âlem. Asansöre biniyorsunuz; yeterince dolu, asansör hareket edecek. Ama birisinin “Tutun tutun” diye asansöre koştuğuna tanık oluyorum. Son durak, oradan bir bağlantı yakalama olasılığı da yok. Ama sanki asansör, cennete giden son asansör... Ne bu telaş? Anlamıyorsunuz. Söz asansörden açılmışken çok da üzülüyorum. Ülkemizde çok sayıda “gizli engelli” kişi olduğunu gördüm. Bazı istasyonlardaki “Engelli ve yaşlılar” için ayrılmış asansörler çok dolu oluyor. Gencecik insanları, o gizli engellileri, asansöre binerken görünce içim sızlıyor.

Bütün olumsuzluklara rağmen, metro ve Marmaray’ın vagonları birer tiyatro sahnesi gibi. Her gün değişik karakterler değişik oyunlar sahneye koyuyorlar. Hatta bazen vagonlara binen müzikçilerle olay bir müzikale dönüşüyor.

Sonuç

Amerikalı yazar Truman Capote şöyle demiş “Yağmurda yürümek, yürümek zorunda olmadığınız sürece zevklidir”. Benim için de öyle oldu. Bu metro ve Marmaray seyahatlerim zevkli geçti. Bunlarla her iş günü gidip gelenler acaba Capote gibi düşünür? Bilemiyorum…

Tüm yazılarını göster