Ukrayna savaşı dünya güvenlik mimarisini de kalıcı olarak değiştiriyor.
En belirgin değişiklik, “uyuyan dev” Almanya’nın uyanması; İkinci Dünya Savaşı sonrasında savunma için harcayacağı parayı sanayiye aktaran, bu nedenle ekonomik dev haline dönüşen Almanya, güvenlik hedefli yeni bir politikaya geçiyor.
Almanlar bu büyük değişimi anlatmak için “zeitenwende” ifadesini kullanıyorlar; Dönüm noktası anlamına geliyor.
Zeitenwende’nin tam olarak başlangıç noktası ise Almanya Başbakanı Olaf Scholtz’un 26 Şubat’ta Alman Parlamentosu’nda yaptığı konuşma; Scholtz bu konuşmada Almanya’nın bütçesine koyulan savunma harcamalarının dışında 100 milyar Euro’luk ek bir savunma bütçesi oluşturduklarını açıkladı.
Bu kadar da değil; Scholtz’un konuşmasında Almanya’nın halen genel bütçesinin yüzde 1,5’ine denk gelen savunma bütçesinin yıllık yüzde 2’nin üzerine çıkarılacağı da açıklandı. Bu da her yıl için Almanya’nın savunmaya ek yaklaşık 50 milyar Euro daha fazla ayıracağını gösteriyor.
Ukrayna savaşının ilk günlerinde Alman üretimi silahların bu ülkeye gönderilmesini engelleyen, Ukrayna halkına sadece “miğfer göndereceğini” açıklayan –ve çokça eleştiri/alay konusu olan- Alman hükümeti için çok büyük bir politika değişikliği bu.
NEREYE HARCANACAK?
Alman Başbakanı’nın açıkladığı 100 milyar Euro’luk ek savunma bütçesinin nasıl harcanacağı, Almanya’nın dünya jeopolitiğinde nerede duracağının da göstergesi olacak. Almanya hangi silah sistemlerini satın alacak, yeni sistemler “saldırı” odaklı mı, “savunma” odaklı mı olacak? Bu açıdan Alman donanmasını güçlendirecek yeni savaş gemileri ya da uçak filosunu güçlendirecek yeni savaş uçakları almak ile, olası bir füze saldırısına karşı ülkeyi koruyacak “savunma füze şemsiyesi” kurmak arasında ciddi fark var.
İlk çıkan- ancak henüz tam olarak doğrulanmayan- haberler, Alman hükümetinin İsrail’le savunma füzesi almak için müzakereye başladığını gösteriyor. Ancak Berlin’in ek bütçeyi, daha önce dahil olmadığı F-35 savaş uçağı projesine katılmak için harcayabileceğine ilişkin de bilgiler sızıyor.
Almanya’nın ne yapacağı, sadece Avrupa kıtası ya da NATO’yu değil, tüm dünyayı ilgilendiriyor.
TÜRKİYE İLE İLİŞKİLERDE DE “ZEITENWENDE” OLUR MU?
Almanya’nın savunma alanındaki bu dönüşümünün, Türkiye ile olan ilişkilerini de etkilemesi kaçınılmaz.
Merkel döneminin bitip, yeni koalisyonunun işbaşı yapması, Almanya’nın da elini dış politikada epeyce rahatlatacak, yeni hükümete esneklik sağlayacak unsurları da beraberinde getiriyor.
Mesela Merkel’in, hemen her aşamasında imzası olduğu Rusya’dan Almanya’ya doğalgaz taşıyacak Kuzey Akım 2 boru hattı projesini durdurabilmesi, kendisi açısından siyaseten çok daha zor olabilirdi. Oysa yeni hükümet, Rusya’nın Ukrayna işgaline tepki olarak bunu bir çırpıda kararlaştırıverdi.
Yeni Başbakan Scholtz’un, Almanya’nın dünya güvenlik politikalarında duruşunu değiştirecek kararları da bu açıdan okunmalı; Artık Avrupa odaklı değil, dünya odaklı bir güvenlik politikası izleyen bir Almanya ile karşı karşıya kalacağımızın ilk işaretleri bunlar.
Bu durumun, Batı’nın genel olarak güvenlik odaklı politikalar içinde değerlendirmeyi tercih ettiği Türkiye açısından da sonuçları olması kaçınılmaz. Merkel döneminde Almanya-Türkiye arasındaki Suriyeli sığınmacılar/para odaklı ilişki paradigması değişmeye başladı bile.
Almanya Başbakanı Scholtz’un Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında Suriyeli sığınmacıların durumunun değil de, Ukrayna’daki durumun ana gündem maddesi olması bunun en somut örneği. Üstelik Avrupalılar’ın elinde artık, Türkiye’nin Suriyeliler için taleplerine karşı kullanabilecekleri bir “Avrupa’ya sığınan milyonlarca Ukraynalı” kartı olduğunu da unutmamak gerek.
AB ÜYELİĞİ KONUSUNDA TOP ARTIK ANKARA’DA…
Merkel döneminin bitip, Scholtz liderliğindeki koalisyonun işbaşına gelmesi, Türkiye’nin AB üyelik sürecini de doğrudan etkileyebilir.
Her ne kadar Merkel, pacta sund servanda/ ahde vefa ilkesi gereği Türkiye’nin AB üyelik sürecine hiçbir zaman doğrudan karşı çıkmasa da, Almanya’nın Fransa ile birlikte izlediği politikalar Türkiye’yi fiili olarak “AB’nin dışarda kalan ve kalacak ortağı” haline getirmişti. Bunda Merkel’in de içinden geldiği Hristiyan Demokratlar’ın pek de saklama gereği duymadıkları “Müslüman bir ülkenin Avrupa coğrafyasının parçası olmaması” görüşünün etkisi de büyüktü.
Oysa Almanya’da Sosyal demokrat/yeşil/liberal koalisyonun böyle bir zihinsel yükü yok; Gerek sosyal demokratlar, gerekse yeşiller Türkiye’nin üyeliğine kültürel fark üzerinden değil, demokratik ve insani değerler üzerinden yaklaşıyorlar. Liberallerin ise odağı daha çok ekonomi.
Bu durum da, AB üyeliği için topun Ankara’nın tarafına geçmesi anlamına geliyor;
Eğer Türkiye, son dönemde epeyce geriye gittiği demokrasi, insan hakları gibi konularda ciddi ilerleme sağlayabilirse, AB üyeliği yolunun fiilen yeniden açılması da söz konusu olabilir.
Üstelik Ukrayna savaşının yarattığı güvenlik ikliminde, zihinsel yönelimini demokrasiye doğru çevirmiş bir Türkiye’nin Batı’yla bütünleşmesi çok daha kolay olur.
Ancak bunun için Ankara’da çok ciddi bir zihniyet değişikliği gerektiği de aşikar…