Harvard Business School eski dekanı Nitin Nohria’nın makalesinin başlığı “Dünya Değiştikçe Liderler de Değişecek/Araştırmalar farklı dönemlerde farklı yaklaşımlar gerektiriyor” diyordu. Makalenin içeriğinde, Almanca Zeitgeist sözcüğünün karşılığı olan “zamanın ruhunu” altı faktörün belirlediği belirtiliyordu: Küresel olaylar, hükümet müdahaleleri, işgücü, demografi, toplumsal gelenekler ve teknolojik görünüm.
Ülkemiz topraklarının düşmandan arındırılarak bağımsızlaştırılmasını sağlayan bir zaferin 100’üncü yılında toprakların işlenmesi ve değerlendirilmesi konusunda değişen bağlamları, zamanın ruhunu belirleyen etkenleri göz önünde tutmadan çözümlemeler yapmak bizi hayatın öz gerçeklerine ne kadar yakın tutar?
Zihnimin eriştiği kadar zaferin 100’üncü yılında kurtarılan topraklara yeniden bakmayı deneyeceğim: Önce yüzyıl öncesinden bugüne kadar toprak işlemenin belirgin bağlamlarını paylaşacağım. Bir sonraki başlıkta, topraklarımızı etkin ve verimli değerlendirebilmek için “bakış açımızı” belirleyen etkenler üzerinde duracağım. Üçüncü basamakta, toprakları değerlendirmenin “yeni bakış açısının” ne olması gerektiğini tanımlamaya çalışacağım. Dördüncü başlık, nelerin yapılamayacağını belirterek, nelerin yapılması gerektiği üzerinde duracağım. Son başlıkta, “erdem kendimize fren koyabilmektir” ilkesinden yola çıkarak bugüne kadar tartışmalarımızın sonuç yaratmayan metotlarını değiştirmenin gerekçelerini sunmayı deneyeceğim.
Bursa Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciyken Zafer Günü kutlamalarına okul adına katılmıştım. Yirmili yaşlarda Çal Köyü yakınlarında dolaşırken kazanılan zaferin bize neler kazandırdığını düşünmüştüm: Topraklarımızı işgalden kurtarmak için binlerce insan canını feda etmişti; içlerinde hepimizin yakınları vardı. Topraklarımız düşmandan arınmıştı, bağımsız, kendini yöneten bir millet olmak büyük bir adımdı. Bu adım kendi ulus-devletimizin kuruluşunu sağlamıştı. Zafer her alanda maddi ve kültürel üretimlerle zenginleştirilecekti. Önemli olan bu topraklar üzerinde bilimiyle, sanatıyla, teknolojiyle ve kültürüyle var olabilmek için ne yapılması gerekiyorsa onları yerine getirmek her yurttaşın sorumluluğu.
Uzun yıllar kendi ekmeklik buğdayımızı üretme konusunda atılan adımların, gazete ve radyo haberlerinde herkesin ilgiyle izlediğinin tanığıyım. Eskişehir’de Toprak Araştırma Enstitüsü’nde Numan Kıraç’ın çalışmaları umutlarımızı ateşlendiriyor; ülkemizin geleceğine güvenimizi artırıyordu. Nüfusumuzun yüzde 80’inden fazlası kırsal kesimde yaşıyor; nüfus arttıkça bir karış toprağı bile işleyen bir geçim örgütlenmesi gerçekleşiyordu. Her alanda üretim ihtiyacı köylülüğün temelini oluşturan hayatta kalma ve var olmanın gereğiydi.
Kara sabandan döner pulluğa geçiş, atla çekilen orak makinesinin heyecanı, Eskişehir Ovası’nda bile dört tekerlekli arabanın “Tatar arabası” diye anılması, tarım teknolojisindeki yerimizin göstergeleriydi.
Tokat’ta Kazova’nın kuzeyinden geçen su kanalının yaratacağı zenginlik ta Niksar’daki köylerde kulaktan kulağa bir efsaneye dönüşüyordu. 1960’lı yılların başlarında tamamlanan güney kanalının açılışını yapan Fazıl Akkoyunlu adlı Milli Birlik Komitesi üyesinin konuşmasını nasıl özenle dinlediğimizi, tarımsal üretimde sulama odaklı verim artışını lise sıralarında tartışan meraklı öğrencileri anımsadım.
Atatürk’ün traktör sürerkenki resmi duvarlarımızın değişmez süsüydü… Toprakların işlenmesi, sulanması, gübre üretimi ve bütün üretim alanlarında “Kendi halkını kendi toprağından besleyen 7 ülkeden biriyiz” anlatımı gururlarımızı okşuyordu.
Ülkemizdeki toprak işlemenin 100 yıl öncesinin bağlamı, nüfusun büyük çoğunluğunun kırsal kesimde yaşayan, geçimlik aile işletmelerinin yaygın olduğu, kendi ihtiyacını karşılama odaklı, üretilenin bir kısmının pazarda işlem gördüğü bir toprak değerlendirme yapılanması vardı.
Eğer toprakların işlenişiyle ilgili düşünce geliştirip uygulamada daha üst verimlilik düzeyine erişmek istiyorsak, geride bıraktığımız 100 yılın bağlamlarıyla bugününden geleceğe yürüyen bağlamları ayrı ayrı ele almazsak yaratmak istediğimiz sonuca erişemeyiz.
Kurtuluş Savaşı'nda insanlarımızın canı ve kanıyla bağımsızlaştırılan, bir toplumun elinin menzilindeki en değerli varlığı olan toprakları, çağın aklına uygun işlemek ve zenginlik üretmek istiyorsak bakış açımızı ciddi biçimde sorgulamalıyız.
Bugün ülkemizin topraklarını değerlendirirken özetleyeceğimiz bağlamı dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum:
Dünya geneline baktığımızda tek bir gelişmiş ülke yoktur ki, nüfusunun yüzde 5’inden fazlası kırsal kesimde tarım ve hayvancılıkla uğraşsın. Ülkemiz de gelişmesini sürdürdükçe kısa zamanda kırsal nüfus hızla kentsel alanlarda imalat ve hizmet üretim alanlarına kaymaktadır.
Küçük geçimlik aile işletmelerindeki gelirin, fabrikalarda asgari ücret gelirinin üstünde olmaması durumunda, daha zor ve güvencesiz olan kırsal kesimde işgücü bulamama sorunu büyüyecek, tarımsal işletmeleri ölçek büyüterek profesyonel işgücüyle işletme ihtiyacı ağırlık kazanacaktır.
Ülkemizde 100 yıldır ataerkil büyük aileye dayanan tarım ve hayvancılık üretimi, hızla artan çekirdek aileyle sürdürülebilir olma özelliğini yitirmektedir.
İnsanlık toprağı işlerken tohumu toprağa attığı günden bu yana toprağı ve üzerinde bitkiyi gözetirken, bugün ölçme tekniklerindeki gelişmeyle toprağın altını izleyerek toprak işleme hızla yayılmaktadır. Toprağın özellikleri ile bitkinin ihtiyaçlarını her an ölçebilen, bunu da bugünün iletişim teknolojisiyle ileten yeni bir toprak işleme dönemine geçilmektedir.
Tarım teknolojisinde toprağın analizi, bitkinin ihtiyacı toprak-bitki etkileşimini kesintisiz izleyen teknik yapı kadar, mekanik ve elektronik işleme makinelerinin büyümesi, yüksek kapasitelere ulaşması küçük ölçekli işletmeler teknoloji kullanabilen büyük ölçekli işletmelerin karşısında rekabet açısından dayanıksız hale getirmektedir.
Tarım ve hayvancılık işletmelerinde üretim yapılırken, küresel ölçekte iletişim- etkileşim; bağlantı ve işbirlikleri nedeniyle verimlilik düzeyi ve rekabet gücünü yerel düşünenlerin yitirdiği, küresel düşünenlerin kazandığı bir eğilim giderek güç kazanmaktadır.
Ayrıntıya girildiğinde daha bir dizi değişkenin toprakların işlenmesindeki bağlam değişikliğini bize gösterecektir. Toprak işlemenin bağlamı değiştiğine göre, bugüne kadar geçerli zihni modelimizin varsayımlarını sorgulamadan geleceği güven altına alacak değerlendirmeler yapamayız.
Topraklarımızın işlenmesi, üzerinde tarım hayvancılık yapılmasında bakış açımızın net olması gerektiğini bu sütunlarda zaman zaman tartıştık. Konu, Büyük Zafer'in 100’üncü yılında topraklarımızın işlenmesi olunca, bakış açımızın eksenini sorgulamak çok gerekli bir tutum olacaktır:
Salgın sonrasında dünya genelinde gündem değişti: İklim değişikliği ve olumsuz etkilerini en aza indirmek için yeşil yeni mutabakat önlemlerinin alınması gündemin ilk sıralarına oturdu. İkinci gündem maddesi de “gıda güveni” ve “gıda güvenirliliği” kavramları çerçevesinde oluşan arayış oldu.
Dünya genelindeki sosyo-ekonomik ve politik yönelimler, toprakların “varlıklı olmak için değil var olmak için işleme” bakışını yerleştirmeye başladı. Bu açıdan bakıldığında ulus devletlerin hükümetleri tarım politikalarını var olmanın “gerek şartı” olarak algılıyor; “varlıklı olmanın yeter şartı” olarak görmüyor.
Ülkemizde de konuyu yakından izleyen uzmanlar; toprakların işlenmesinde hububat, bakliyat, patates, soğan, yağlı bitkiler ve şeker kaynaklarını güven altına alan uzun dönemli planlara dayalı politika önerilerini öne çıkarıyor.
Tarım ve hayvancılıkta, işletmelerin rekabet edebilir ölçekte, rekabet edebilir teknolojilerle ve rekabet edebilir toprak işleme yönetim bilgisiyle gıda güveni ve güvenirliliğini yeni “destekleme anlayışı” ile el almak gerekiyor.
Bugüne kadar uygulanan teşvik sistemlerinin bağlamları ile bugün küresel ölçekte gıda güvenliği ve güvenirliği odaklı toprak işleme stratejileri geliştirme bağlamı köklü biçimde farklılaşıyor. “Bu kadar teşvik verildiği halde neden sonuç istenilen düzeyde olmuyor?” sorusunun giderek haklılık kazandığı, alabildiğine sorgulanması gerektiği gerçeği baskın hale geliyor.
Büyük Zaferin100’üncü yılında toprakları işlemenin temel girdisi, değişen bağlamı bilerek yeni bir bakış açısı belirleyerek ve o bakış açısıyla destekleme sistemlerini yeniden yapılandırarak, o yapıların içine hayat katmak olmalıdır.
Kalkınmanın temel ilkelerinden biri, elinin menzilindeki varlıklarını etkin ve verimli kullanmayanlar, dışardan kaynak bulsalar da onları israf eder, genellemesidir. Bu genellemeyi ülkemizde de başka yerlerde de doğrulayan çok sayıda örneği bir çırpıda sıralayabiliriz… Ama konumuz o değil; kazanılmış bir büyük zaferin bize emanet ettiği topraklarımızı işlerken net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanma ilkesini unutmadan, nasıl bir yol izleyeceğimiz üzerinde duralım:
Topraklarımızı işleme planlarını yaparken, politikalar üretirken öncelikle “toprağımızı bilmek” ilk adım olmalı. Topraklarımızı analiz ederek, oradaki ürün desenini toprak özelliklerine göre belirlememiş bir uygulama istenen verimi elde edemez. O nedenle, bir seferberlik anlayışı için havza bazında olduğu gibi mikro ölçekte topraklarımız konusunda net bilgi üretecek bir yapılanma toprak işlemede ödün verilmez bir hedef olarak belirlenmelidir.
İkinci adım toprak mülkiyeti algımızı sorgulamaktır. Ülkemizin birçok yerinde, “ister sat, ister kiraya ver, istersen ortak ol” formülü ile piyasaya çıkılsa, rekabetin gerektirdiği ölçekte toprak işleme işletmeleri oluşturmak mümkün olmamaktadır.
Çok küçük parçalara bölünmüş toprakların mülkiyeti korunurken, doğrudan topraktan geçinen mülk sahiplerinin sayıları her geçen gün azalmaktadır. Mülklerini uzaktan yönetenlerin önemli bir bölümü de gerekli ilaç, gübre, sulama, budama ve diğer bakımları zamanında yapmadığı için “tarımsal zararlı” üretimine katkıda bulunmakta ve “olumsuz dışsallıklar” üretebilmektedir.
Kooperatif örgütlenmenin ülkemizdeki güven kaybı, toprak mülkiyeti anlayışı gibi etkenler kolektif disiplinle rekabet edebilir toprak işleme işletmelerinin gelişmesini ve yaygınlaşmasını engellemektedir.
Destekleme sistemleri, bugün ülkemizde geçerli olan toprak mülkiyeti ile toprak işleme verimliliği ve uluslararası rekabet bağlamını dikkate almalıdır. Toprağın kazanıldığı zafer, hepimizin ortak gücüdür… Toprakta özel mülkiyet önemlidir; saygındır, ama kamunun yararına değilse, uzun dönemli geleceğini güven altına alacak bir yapı ve işleyiş ortaya çıkmıyorsa, yeni bir bakış açısı, yeni bir destek sistemi, yeni bir işletme yapılandırılması da ortak sorumluluktur.
Çok değil, 100 yıl önce “milletin azim ve iradesiyle” kazanılan zaferin bize emanet ettiği toprakları işleme konusu hayati sorunlardan biridir. Toprak işleme konusunda yedi büyük günahtan biri olan açgözlülük ve sorumsuzluk tuzaklarına düşmemeliyiz. O zaman aşağıdaki adımları atmalıyız:
“Kendimize fren koyma ilkesine” uyarak, topraklarımızdan en yüksek verimi sağlayacak örgütlenme çalışmalarının önünü tıkamamalı, tam tersine açmalıyız.
Siyasi olarak zor olsa da, toprakların işlenmesi konusunda “toplum dalkavukluğu” yapmaya asla prim vermemeliyiz.
Özellikle medyada insanların toprak ve toprak işleme konusunda duygularını sömüren, etkinlik ve verimlilik artırmayan öneri ve uygulamaları popülist bir anlayışla sunmamalıyız. “Benim doğrum, sizin benim yanlış düşündüğümü kanıtlamanıza kadar geçerlidir” diyerek, bugüne kadar savunduklarımızın dünyanın oluşturduğu yeni bağlamlar çerçevesinde sorgulamalıyız.
İhtiyaçlarımızı net belirlemek için envanter, bilgi, anlama ve anlamlandırma konusunu ciddiyle almalı; model ve metotlarımızı gözden geçirmeliyiz.
Özellikle topraklarımızı işleyerek değerlendirme konusunda “yaratıcı yüzleşme özgüveni” göstererek, yeni bağlamlara göre yeni yol ve yöntemler, yeni modeller ve yeni uygulamaları hayata taşımaya güç katmalıyız.
Yazdıklarımızın virgülü bile sorgulanırsa, bize zenginlik katar; “kendi kör alanlarımızı” yaratarak kısır döngünün verimsizliğinden kurtarır. En tehlikeli insan “kendi yanılmazlığına inanan insandır”…Biz yanılabilme özgürlüğünü kullanarak, Büyük Zaferin yüzüncü yılında “topraklarımızı işleme” konusunu açık yürekle tartışalım, diyoruz…