“Şirketler, sermaye sahipleri, çalışanlar ve emekliler enflasyon karşısındaki durumlarını, döviz borcu olanlar, ithalatçılar ve tabii ki döviz geliri olanlar da kur artışlarını sindirmeye çalışacak.”
“Hazine ve Maliye Bakanlığı ve Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) şirket bilançolarında enflasyon güncellemesi ve kur farkının hesaplara yansıtılması konusunda düzenlemelere gitmesi bekleniyor.”
Yılsonuna geliyoruz, şirketlerin bilanço kapatacağı, kamu hesaplarının yıllık sonuçlarının alınacağı günler yakın. Daha ne kadar devam edeceğini kestiremediğimiz döviz kuru ve enflasyonun yüksek seyrinin 2021’deki hasar tespiti yavaş yavaş gündeme gelecek. Şapkamızı önümüze koyup düşüneceğiz.
Birbirinin yükselişini tetikleyerek ilerleyen kur-enflasyon sarmalının, insan vücudunda hasar bırakan yüksek tansiyon, yüksek şeker gibi ekonomi aktörlerini nasıl etkilediğini göreceğiz.
Şirketler, sermaye sahipleri, çalışanlar ve emekliler enflasyon karşısındaki durumlarını, döviz borcu olanlar, ithalatçılar ve tabii ki döviz geliri olanlar da kur artışlarını sindirmeye çalışacak.
Hızlı kur artışının, daha çok ihracat ve döviz kazandırıcı hizmetler üzerindeki olumlu etkilerini dikkate alan ekonomi yönetimi, faizlerin indirildiği ortamda, enflasyonist etkiyi de çok dert etmeyen yaklaşımını, bir model olarak çerçeveleme çabası içinde bulunuyor. Ekonomi aktörleri hasar tespitinde elbette bu yaklaşımı da göz önünde tutacak.
Gelinen aşamada Hazine ve Maliye Bakanlığı ve Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) şirket bilançolarında enflasyon güncellemesi ve kur farkının hesaplara yansıtılması konusunda düzenlemelere gitmesi bekleniyor.
Kur farkının verdiği hasar
Ekonomi gazeteciliğimizin ilk yıllarında olduğu gibi 31 Aralık akşamı Merkez Bankası’nın açıkladığı resmi döviz kurlarını bekleyip yıllık devalüasyon hesapladığımız günler artık çok gerilerde kaldı. 2001 yılında geçtiğimiz serbest kur rejiminde TL’nin her gün ne kadar değer kaybettiği hesaplanabiliyor. Üstelik bu hesabı yaparken; kamu ve özel sektörün 445 milyar dolar dolayındaki toplam dış borcunu, şirketlerin 145 milyar doları bulan yurtiçinden aldıkları döviz borçlarını, Hazine’nin 32 milyar dolar tutarındaki yurt içi borçlanmasını, döviz bazında yürüyen KÖİ projelerini, Merkez Bankası’nın en son bu yılın ikinci enflasyon raporunda net bir şekilde gözümüze soktuğu “döviz kuru-enflasyon geçişkenliği”ni dehşet içinde hatırlıyoruz.
Hafta sonundaki piyasa verilerine göre, son 12 aylık artış Dolar-TL kurunda yüzde 86,73, Euro-TL kurunda yüzde 73,11’i bulmuş durumda. Dövizle işi olan, döviz kurlarından etkilenen tüm işletmeler hesaplarını güncellemek ve vergi yükümlülüklerini yeniden tartmak durumunda kalacaklar.
“enflasyon muhasebesi” zorunlu olarak gündemde
İlk kez 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde Almanya’da yaşanan ve bugün hala ibretle hatırlanan yüksek enflasyon döneminde uygulanan “enflasyon muhasebesi”, 17
yıl sonra Türkiye’de yeniden gündemde. En son 2001 krizinin ardından devreye giren “enflasyon muhasebesi”, işletme bünyesindeki parasal olmayan kıymetler üzerinde enflasyonist etkinin ortadan kaldırılarak değerinin güncellenmesini sağlıyor. “Enflasyon muhasebesi” uygulanabilmesi için Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi’nin (Yİ-ÜFE) son yıl yüzde 10, son üç hesap yılında ise yüzde 100 artmış olması gerekiyor. DÜNYA Ankara Haber Müdürü Hüseyin Gökçe ve Gelir İdaresi E. Strateji Geliştirme Daire Başkanı ve Yeni Ekonomi A.Ş. kurucularından Nazmi Karyağdı’nın birlikte yaptıkları hesaplamalar ve değerlendirmeleri geçen hafta gazetemizde okudunuz. Yİ-ÜFE’de 35 aylık artış yüzde 103 olarak hesaplanıyor. Ekonominin döviz cinsi paraya yönelme oranı (dolarizasyon) M1 para arzına göre yüzde 60’ın üzerine çıkmış bulunuyor. Bu durum bilançolarda yapılacak güncellemeleri daha da önemli hale getiriyor.
Bugünlere nasıl geldik
Türkiye ve dünya gelecekte dersler çıkarılmak üzere sıkça hatırlanacak zorlu bir dönemden geçiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan bizlere “Bakara” suresini hatırlatıp, sabır telkin ederek, ekonominin geldiği vahim durumu net bir şekilde ortaya koymuş oldu. 20-30 yıl önceki kriz anılarını tazeleyen sıkıntıların nasıl giderek arttığını kısaca hatırlamakta yarar var.
Küresel Covid-19 salgını birkaç ay sonra üçüncü yılına girerken nerede ne zaman patlayacağı bilinemeyen virüs varyantlarıyla “bela” niteliğini koruyor. Ama biz tüm dünyayı aynı anda etkileyen bu belayı, herkesi etkileyen olumsuzluklar karşısında Anadolu’da söylendiği gibi “Elle gelen düğün, bayram” çilekeşliğiyle karşılayamadık. Çünkü salgın sürecinde ekonomik açıdan bizimle karşılaştırılması olanaklı ülkelerden hep daha da negatif ayrıştık. Tabii ki bunda yapısal sorunlarımız yanında, salgın belasını, 2018’den itibaren enflasyon canavarının başını kaldırmaya başladığı, durgunluk sinyallerinin alındığı, ekonomiyi canlandırma adına rezervlerin eritildiği, kredilerin özel sektöre hesapsız, öngörüsüz dağıtıldığı bir ortamda karşıladık. Hele, 2020 başında hissedilmeye başlanan salgının hemen öncesinde Merkez Bankası karlarının ve savaş, salgın gibi zor dönemler için tutulan ihtiyat akçelerinin Hazine’ye devredilmiş olması, salgının etkisini azaltmak için diğer ülkelere göre daha az manevra alanımız olmasına yol açtı. Ekonomiyi canlandırması beklenen düşük faiz-yüksek kur politikası enflasyonu azdırırken, döviz kurlarının daha da yükselmesine neden oldu. Kur-enflasyon sarmalı, tarladan, mutfağa, tezgahlara, üretim bantlarına ekonominin tüm birimlerini etkisi altına aldı. Bu arada ihracat rekorları kırdık, içerden kısıp dışarıya sattık, imalat sanayimizin hızlı uyum yeteneğini de görme olanağı bulduk. İsmini model olarak henüz tam koyamasak da ekonomi yönetimine göre, büyük sıkıntılara sabredersek bu gidişin sonunda orta vadede cari fazla veren, enflasyonu düşürmeye başlayan bir ülke olacağız.