Ülkemizde yaşadığımız depremlerin şiddeti oldukça yüksek; örneğin Elbistan ve Pazarcık’ta gerçekleşen 7.7 ve 7.6 şiddetindeki depremler ve artçılar yüzlerce insanımızın hayatını kaybetmesine ve yaralanmasına neden olmaktadır.
Doğu ve Güneydoğu’da on kentimizden (Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Hatay, Kilis ve Malatya) en az 100 bin imar affı başvurusunun göz önüne alınıp, her geçen gün ölü ve yaralı sayıları artmaktadır.
Ancak doğa olaylarının afete dönüşmesi, deprem bölgesinde bulunan yaşam alanlarını da olumsuz etkilemekte; depremin yüklenici küresel değişimi var olan yaşam olanaklarını etkilemektedir.
1939 Erzincan Depremi’nden sonra 1959 yılında çıkarılan 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun” ile konuyla ilgili yasal düzenlemeler yapılmıştır. Daha sonrasında 1999 yılında yaşanan Büyük Marmara Depremi de bu anlamda ikinci önemli değişim sürecini başlatmıştır.
2001 yılında yürürlüğe giren Türkiye Deprem Bina Yönetmeliği depreme dayanıklı binaların inşa edilmesine yönelik bir çalışma hazırlamıştır.
Depreme dayanıklı binaların nasıl olması gerektiği yönetmelikle tanımlanmış, bu yönetmeliğe uygun olmayan binalarla ilgili nelerin yapılması gerektiği konusunda halen yeterli bir çalışma yapılmamıştır.
1939 Erzincan Depremi sonrası 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun” ile konuyla ilgili yasal düzenleme yapılmış daha sonrasında 1999 yılında yaşanan Büyük Marmara Depreminde bir değişim sürecini başlatmıştır.
12 Kasım 1999 tarihinde Düzce’de gerçekleşen 30 saniye süreyle etkisi olan deprem Ukrayna'dan da hissedilmiştir. Kriz Yönetim Merkezi’ne göre Kuzey Anadolu Fayı’nın kırılmasıdır.
Esasen yapılması gereken depreme dirençlilik noktasında bina ölçeğinde bir standarda eriştikten sonra bu standarda uygun olmayan binalara kent ölçeğinde nasıl müdahale edilmesi ve kentlerin nasıl yenilenmesi, Türkiye ve deprem riski altındaki gerekli plan ve programların bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir. Ancak birkaç büyük şehir dışında, Türkiye ölçeğinde herhangi bir plan ve program hazırlanmamıştır.
İdarelerin, yani hem yerel hem de merkezi idarelerin elinde bu tür riskli yapı stokuna müdahale etmesine olanak sağlayacak yasal nitelikte aygıtlar mevcuttur. 6309 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun” bu konudaki Anayasal mevzuattır. Belediye Kanunu’nun 73. maddesi ile beraber 5366 sayılı “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun” gibi birçok kanun ve buna bağlı çıkarılmış yönetmelikler bu konudaki mevzuatı oluşturmaktadır.
Anlaşıldığı üzere alan ve konu üzerinde dönüşüm noktasında birçok yasal doküman olmasına rağmen bugüne kadar nitelikli ve kamu yararına gözeten kentsel dönüşüm uygulamaları hayata geçirilmemiştir. Kamu yararı ve nitelikli kentsel dönüşüm uygulamaları için kullanılması gerekirken, mevcut mevzuatlar büyük oranda belirli grup ve rant odaklı çıkar çevrelerinin amaçları için kullanılmıştır.
Uygulamada kırılgan nitelikte yapı stoklarının varlığı işin dönüşümünü engellemektedir. Günümüzde afetin yaşandığı coğrafyada da dönüşüme muhtaç ne kadar büyük alanların ve binaların olduğu anlaşılmaktadır. Ancak yerel ve merkezi kamu otoritelerinin temel aktör olduğu ve kamu yararının gözetildiği bir süreç yerine müteahhitlerin ana aktör olduğu ranta dayalı dönüşüm süreçlerine ağırlık verildiği için bugün yaşadığımız yıkıcı afet tablosuyla karşı karşıyız.
Yıkıma uğramış kentlerimizde dönüşüm sürecinin belirli bilimsel gerçeklikler ve gereklilikler göz önüne alınarak yapılması gerekiyor. Öncelikle yıkım yaşamış veya hasar bulunan binaların bulunduğu bölgelerde, tamamen yerleşime kapatılacak, dönüşümle yenilenecek, sağlamlaştırma ve güçlendirmeyle yerleşim devam edeceği bölümlerinin kararının verilmesi gerekiyor. Bunun için acil risk analizleri ve bu analizlere dayalı planların hayata geçirilmesi gereklidir. İşte burada planlama en önemli araç olarak öne çıkmaktadır.
Kentlerin afete dirençli olmaları kadar yaşanabilir, erişilebilir ve donatı standartları yüksek yerler olması zorunludur. Ancak tüm bu değerlendirmeler yapıldıktan sonra yıkım görmüş kentlerimizde yerleşim yerlerinin yerinde yapılmasına ya da yapılaşmaları başka bölgelere kaydırmaya karar vermek gerekiyor.
Ve bundan sonraki süreçte afet riskiyle karşı karşıya olan diğer illerimizde de riskli yapı stoklarının iyileştirilmesi noktasında çabaların bir an önce başlamak gereklidir. Yaşadığımız yıkıma baktığımızda kentler ölçeğinde yaşanmış bir yıkımdır.
Günümüzde afetin yaşandığı coğrafyada dönüşüme muhtaç ne kadar büyük alanların ve binaların olduğu anlaşılmaktadır. Ancak yerel ve merkezi kamu otoritelerinin temel aktör olduğu ve kamu yararının gözetildiği bir süreç yerine müteahhitlerin ranta dayalı dönüşüm süreçlerine yer verilmektedir.