Afganistan’daki gelişmelerin aklıma düşürdüğü üç konu var. Üçü de Yeşil Mutabakat hakkında. Ben galiba bu aralar nereye baksam, Yeşil yeni Mutabakat’ı görüyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor. Öyle de olmalı!
Bu hafta gündemin en temel konusu Afganistan’dı. Aslında Amerika’nın Afganistan’dan çekilme kararını biliyorduk. Amerikalıların, Afganistan ve Irak tecrübeleri, yabancı bir gücün bilmediği bir coğrafyada hem ulus hem de ulus devlet inşa etme projesinin nafile bir çaba olduğunu hepimize çoktan öğretmişti.
Doğrusu ben bu çabaların nasıl nafile olduğunun yakın şahidiyim. Bağdat’a ilk 2004’te, Kabil’e ise 2008’de gittim. Afganistan’da Karzai dönemiydi. Türkiye, o vakitler, Pakistan ve Afganistan’ı bir araya getirerek ortak bir çıkış noktası bulmaya çalışıyordu. Olmadı. Afganistan ve Pakistan’ın arasının ne kadar kötü olduğunu, o vakit, alanda öğrendim.
Amerikalılar uzun bir süreden beri, bu tür, artık stratejik önemi kalmamış “beyhude savaşları” sona erdirmeyi zaten konuşuyorlardı. Geçen hafta, bir nevi, hatayı kabul etmek erdemdir diyerek konuşmaktan yapmaya geçtiler. Hatadan döndüler. George F. Kennan’ın yıllar önce Vietnam için dediği gibi, “gelecek vaat etmeyen umutsuz portföy pozisyonlarını” likide etmeye başladılar. Arkası da gelir.
Şimdi Afganistan bir halden diğerine doğru geçmeye başladı. Bu Afganistan, 1980’lerdeki Afganistan değil artık. Olduğu gibi, 1990’lara dönmeyiz ama yine de böyle bir geçiş sürecini yönetmenin ne kadar zor olduğunu alanda izliyoruz. Herkes her gün hadisenin yeni bir veçhesini öğreniyor. Bunların tümünü önceden planlayabilmek mümkün değil, süreci aşama aşama yönetmek önemli.
Afganistan’daki gelişmelerin aklıma düşürdüğü üç konu var. Üçü de Yeşil Mutabakat hakkında. Ben galiba bu aralar nereye baksam, Yeşil yeni Mutabakat’ı görüyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor. Öyle de olmalı!
Birincisi, Yeşil Mutabakat’ın geçiş dönemi maliyetlerini şimdiden daha yakından düşünmeye başlamak gerekiyor: Yeşil Mutabakat geçiş sürecinde, ekonomi bir halden diğerine doğru geçerken mesela enfl asyonu artırır mı? İklim değişikliği gündeminin makro ekonomik etkilerini artık daha yakından düşünmeye başlamak gerekiyor.
İkincisi, Amerika’nın Afganistan’dan çekilmeye başlaması bir taraftan bakıldığında, Atlantik’in iki yakasında şekillenmekte olan yeni ticaret bölgesinin gereklerine ve Pasifik’teki yeni küresel muarızına odaklanma konusundaki kararlılığı gösteriyor. Beyhude savaşlara, olmayacak projelere kaynak ayırmaktansa, bu ay içinde çıkan, Altyapı Kanunu’na kaynak ayırma tercihi bir yandan.
Üçüncüsü, geçiş döneminin zorlukları 2022’deki ara seçimlerde Biden yönetimini ve dolayısıyla iklim değişikliği gündemini zora sokar mı? Avrupa Birliği (AB), Amerikan desteği olmadan bu gündemi tek başına taşıyarak, bölgemiz açısından dönüştürücü (transformative) bir rol üstelenebilir mi?
Her biri pek kocaman ama çok uzatmadan size üç cevap vereyim.
Geçen hafta, bir yandan Afganistan hadisesi olurken, öte yandan Vaşington’daki Peterson Enstitüsü (Peterson Institute for International Economics-piie) Jean Pisani-Ferry’nin “İklim politikası makroekonomik politikadır ve etkisi önemli olacaktır” (Climate policy is mecroeconomic policy and its impact will be significant) başlıklı bir değerlendirmesini yayımladı.
İklim değişikliği gündemi ile ilgili olarak yapılan rakamsal değerlendirmeler daha çok bir halden ötekine geçtiğimizde ne elde edeceğimize odaklanıyordu bugüne kadar. Genel denge modelleri çerçevesinde yapılan değerlendirmelerde, bugünle yıllar sonra ulaşacağımız noktayı kıyaslıyoruz daha çok. Neyi ihmal ediyoruz? Uzun bir geçiş dönemini elbette. Hâlbuki uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.
Bugün olduğumuz noktayla, bu politika demeti neticesinde ortaya çıkabilecek sonucu kıyasladığımızda iklim değişikliği ve dünya açısından olumlu, büyüme ve istihdam açısından göz kamaştırıcı sonuçlar görüyoruz. Hâlbuki işin sırrı geçiş sürecinde. Bir halden diğerine doğru geçerken, kimler kaybedecek, kimler kazanacak, kazananlar kaybedenleri nasıl telafi edecek? Son derece önemli.
Ne bekliyoruz? İklim değişikliği politikaları ile iktisadi karar alıcıların davranışlarını değiştirmesini, bunun sonucunda bugün elimizde olan bazı varlıkların değer kaybetmesini ve kaynakların bir yerden diğerine akmasını bekliyoruz. Kazananlar ve kaybedenler olacak. Peki, bu süreç nasıl yönetilecek? Böyle baktığınızda, hadisenin “Lay Lay Lom” ülkesinde, bir tür, Lalaland’de geçmediğini görmek mümkün oluyor. Oysaki bir halden ötekine sıçradığımız dünya bize tam da o Lalaland’i tarif ediyor. Çiçek böcek, işler hep tıkırında.
Şimdi geleyim Pisani-Ferry’nin aklıma taktığı güzel soruya. “Bütün bu olup bitenin 1974 petrol krizinden ne farkı var?”. Şimdi iktisadi aktörlerin bugün alıştıkları ortamdaki davranış biçimlerini değiştirmelerini sağlamak için, hidrokarbon fiyatlarını aynı 1974’teki gibi birden yükselteceğiz. Karbon vergisi dediğimiz esasen bu.
Hatırlayın, dönemin Suudi Petrol İşleri Bakanı Zeki Yamani’ye “Taş devri etrafta taşlar bittiği için sona ermedi. Petrol devri de petrol tükendiği için sona ermeyecek.” dedirten hadiseydi petrol fiyatlarının ani yükselişiydi. Olan esasen aynı.
Ama tam da aynı yerde değiliz. Aynı Afganistan ve Taliban’ın bugün dün oldukları yerde olmadıkları gibi. Neden? Birincisi, dün fiyatlardaki değişim tamamen dışsaldı ve beklenmedik bir gelişmeydi. Şimdi öyle değil. Bu kez Atlantik’in iki yakasında yeni bir ticaret ve üretim bölgesi oluşturmak için, iklim değişikliği ile mücadele odaklı, bir program ortaya atıldı ve bunun ne anlama geldiğini herkes biliyor.
İkincisi, dün hadise dışsaldı derken siyasiydi ve ekonomi ile alakalı değildi demeye çalışıyorum aslında. Bugün devlet milletin intibakı için yol gösteriyor, ortaya bir bütçe koyuyor. Dünden farklı olarak bugün tanımlanmış intibak mekanizmaları var. Türkiye söz konusu olduğunda, biz ne yazık ki daha orada değiliz ama Atlantik’in iki tarafında bu intibak mekanizmaları tasarımı konusu tartışılıyor.
Üçüncüsü, iklim değişikliği gündeminde konuşmaktan yapmaya geçiş belirginleştikçe, fiyat intibakındaki olası katılıkları aşmak için daha yoğun bir küresel koordinasyonu da beklemek gerekiyor. Doğrusu Pisani-Ferry’nin notu bu açıdan bir ilk. Ben geçiş dönemi problemleri olarak daha çok sektörlerde ortaya çıkacak meseleleri düşünüyordum. Adil geçiş tartışması da daha çok bu konuyla alakalıydı. Neymiş? Yeşil mutabakatın makroekonomik politika çerçevesini de düşünmek gerekiyor. Aynı vergi politikasını düşünmek gibi.
Afganistan hadisesini düşünürken, Amerikan Senatosu’nun evvelki hafta kabul ettiği Altyapı Kanunu (Infrastructure Bill)’nu da hatırlamak lazım. Buna göre, elektrikli araçların şarj istasyonları için 7,5 milyar dolar ayrılıyordu. Bu tutar Biden’ın 500 bin şarj istasyonu için gereken tahmini 60 milyar doların yalnızca bir kısmı.
Şimdi ortada bir kaynak dağılım problemi var. Yeni hâle intibakın düzenli bir biçimde olabilmesi için kaynak dağılım kararlarını değiştirmek gerekiyor. Bunu yaparken, borçlanmak manalı. Çünkü artık bugün lay lay lom yaşayalım diye değil, çocuklarımızın geleceğini koruyalım diye onların üzerine bir borç yükü bırakıyoruz. Ama bunun yanında tedbirli olmak, lüzumsuz harcamaları kısmak da önemli. Doğrusu ben böyle baktığımda, bugün için atılan adımların Atlantik’in iki yakasında iklim değişikliği konusundaki mutabakatı güçlendirdiğini düşünüyorum.
Geçen hafta Salı günü Claire Bushey’in Financial Times yazısını da bu duygu ve düşüncelerle okudum doğrusu. Yazar, bu yaz sezonunda, Ford’un yeni EV’si Mustang Mach-E’yi deneme tecrübesini anlatıyor ve bir nevi takıntılı bir şoför için EV kullanmaya kalkmanın nasıl bir cehennem olduğunu betimliyordu. “Ya şimdi bunun şarjı biterse, ben ne yaparım” diye düşünmeye başlayınca, insan, bu yılın ilk altı ayında Amerika’da 16 bin adet satarak, Tesla’dan sonra en çok satan ikinci EV olan 2021 model Mustang Mach-E’ye bindiğine pişman oluyor ve 2004 Honda Civic’ini arıyordu.
Neden? Birincisi, EV’ler şu anda Amerikan piyasasının yalnızca yüzde 2’sini oluşturuyor. İkincisi, Amerika’da şu anda 54 bin adet şarj istasyonu var. Ama olanlar genellikle yavaş şarj eden cinsten ve arayınca bulmak ne kadar zor yazarımız anlatıyor. Ya bozuk oluyor ya Mustang Mac-E için uygun olmuyor ya da bildiğiniz bozuk oluyor. Böyle bakınca, Biden’ın 500 bin şarj istasyonu planı değişim için önemli bir yapısal adım.
Geçen hafta not etmeye başladım. Bu değişim esasen otomotiv endüstrisini yakından ilgilendiriyor. Ama biz Türkiye’de bu alanda da pek bir hareket görmüyoruz doğrusu. Hâlbuki Türkiye, Avrupa otomotiv değer zincirlerinin bir parçası. Nedir? Hadise ihracat kapasitemizle de yakından alakalı. Bugün ne kadar ihracat yapıyoruz diye değil, yarın ihracat kabiliyetimiz nasıl değişir diye bugünden bakmak gerekiyor. İhracatımızın 200 milyar dolar limitini aşmaya doğru gittiği bu yıl, bu hadiseyi düşünmek için çok uygun bana sorarsanız.
Peki, yeşil yeni mutabakat gündemi nedeniyle, Biden, 2022’deki ara seçimleri kaybederse bu iş biter mi? Hayır. Aynı Trump zamanında alınan Afganistan’dan çekilme kararının bugün uygulanması gibi, Atlantik’in iki yakasında yeni bir ticaret ve üretim bölgesi oluşturma projesi de durmaz. Yoluna devam eder. Doğrusu ben en büyük riskin Amerikan petrol pompa fiyatlarında yükselme olduğu kanaatindeyim hala. Türkler için döviz kuru oynaklığı neyse, Amerikalılar için de pompa fiyatları öyle. Bir göstergeyi takip edeceksek olası seçim performansı açısından bu dönemde en uygun gösterge günlük benzin fiyatları. Neden? İktisadi davranış değişikliği hidrokarbon fiyatlarındaki artışla gündeme gelecek. Hem arabamıza benzin alırken, hem evimizi ısıtırken ya da soğuturken artan bir maliyetle karşı karşıya kalacağız. Taşımacılık maliyetlerindeki artışın enfl asyonist etkilerine de bakmak gerekecek, Ayşe teyze’nin geçim kavgasına da. Tam da bu nedenle, AB bu ara, ETS sistemi vasıtasıyla toplanan kaynakların yüzde 25’inin bir Sosyal Transferler Fonu’na aktarılması ve hükümetlerin de buraya katkı yapmasını istedi sanırım. Geçiş sürecinin Ayşe Teyze’nin geçim şartlarını negatif etkilemesini engellemek her yerde önemli. Türkiye’nin de artık ehemle mühimi ayırabilme zamanı geliyor doğrusu. Geçenlerde MIT Technology Review için hazırlanan Yeşil Gelecek Endeksi yayımlandı. Türkiye, 76 ülke arasında 68’inci sırada. Yok artık. Nerede? İklim çekimserleri grubunda. Pakistan ve Bangladeş’in arasında. Neden? Özellikle bakarsanız, memleketin bir iklim değişikliği politikası yok diye. Mesela yeşil inovasyonda sıramız 15. Kötü değil. Kötü olan, hükümetin yapması gerekenler, millette bir sorun yok. Üniversiteler iyi, mezunlar iyi, gençler akıllı fikirli. Sorun devlette. Ne diyeyim?
Türkiye ayrıca bu listedeki 76 ülke arasında İran ile birlikte Paris İklim Anlaşması’nı imzalamayan iki ülkeden biri. Ayıp ama hâlâ durum böyle. Fırsatların kazası olmaz ama durum hâlâ böyle.
Önce Paris imzalanacak. Sonra yeni ve iddialı bir karbon emisyonu azaltma niyet belgesi hazırlanacak. Sanayi, enerji, ticaret, tarım, eğitim ve güvenlik politikaları yeşil ve dijital dönüşümle uyumlu olarak yeniden tanımlanacak. İşimiz var daha. Çabuk olun, lütfen. Geleceği tanımak için son bir gayret sarfedin. Yoksa kervan göçecek, kalacağız dağın başında.