Geçen hafta bir sanal oturumda bana COVID-19 pandemisi kaynaklı iktisadi krizden çıkmak için geçmiş kriz tecrübelerinin işimize yarayıp yaramayacağını sordular. “Hayır” dedim. Bugün artık dün değil. Yarınla ise hiçbir alakası yok. Ne demek?
Hakikaten “dünle beraber gitti cancağzım, ne kadar söz varsa düne ait” noktasındayız, risk analizi açısından baktığınızda bugün. Bugünden yarına yeni dönemin risklerini değerlendirebilmek için geçmişle bir epistemolojik kopuş yaşamanız gerekiyor öncelikle. Dönem artık, yeşil kuğu görmeye hazırlıklı olma dönemi. Nedir? Tamamen ihtimal dışı olanın ortalığı kasıp kavurma ihtimali yüksek bundan böyle. Neden?
Bundan önceki kriz tecrübeleri ile bugünü birbirinden ayıran temel faktör, pandemi krizinin, “krizden önceki duruma geri dönme ihtimali”nin olmadığı ilk krizimiz olması bana sorarsanız. Halbuki biz hesabı hep öyle yapardık. Kriz, bir süre için ekonomiyi, şirketleri, bireyleri eski büyüme patikasından uzaklaştırırdı. Kriz yönetimi dediğiniz, esasen, ekonomiyi yeniden o eski büyüme patikası üzerine oturtmak için yapılması gerekenleri yapmaktı. O nedenle, o vakit yapılan esasen eski büyüme patikasına geri sıçramaktı. Doğrusu ben, İngilizcedeki “bouncing back” teriminin hadiseyi güzel özetlediği kanaatindeyim. Bilmem anlatabildim mi?
Şimdi pandemi krizi ile birlikte “artık yeni şeyler söylemek gereken” bir döneme girdik. Ne demek? Öncelikle bunu geçenlerde Türkiye’de duyduğumuz o “yeni bir şey deniyoruz” utangaç mazereti ile bir alakası yok. Onu baştan söyleyeyim.
Bu kez, kriz öncesinin büyüme patikasına geri dönmek ihtimal dışı, hep birlikte ileriye yeni bir büyüme patikasına doğru atlayacağız. Burada İngilizce terimle “bouncing forward” demeye çalışıyorum. Mutasavver bir geleceğe doğru, küresel bir sıçrama gerçekleştireceğiz. Geriye dönmek mümkün olmadığına göre ileriye doğru sıçrayacağız. Geçmişle bugünkü analizlerimiz arasındaki epistemolojik kopuş öncelikle bu noktadan başlamalı sanırım.
Peki, neden geriye dönmek mümkün değil bu kez? Tarık bin Ziyad gibi gemileri geri dönüş ihtimali olmasın diye bilerek yakmadık aslında ama yakmak zorunda kaldık. Neden? İki nedenle: Birincisi, COVID-19 pandemisinin hiç alışık olmadığımız asimetrik (uneven) ekonomik etkilerini nasıl yönetmemiz gerektiğini daha tam olarak bilemiyoruz.
İkinci olarak ise, COVID-19 krizinden sonraki toparlanmanın kamu harcamaları odaklı kapsamlı bir yeni büyüme programı olması gerektiği konusunda Atlantik’in iki yanında bir uzlaşma ortaya çıktı. Bu yeni büyüme ve istihdam programı iklim değişikliği ile mücadele odaklı olacak. Yeşil Yeni Mutabakat tam da bu durumu ifade ediyor.
Üçüncüsü, yeşil dijital dönüşüm için gereken yoğun sabit sermaye yatırımlarını finanse edebilmek mümkün bugünün negatif faiz oranı ortamında. Bu da önemli. Dün yapılabilir olmayan artık yapılabilir.
Şimdi geleyim yeşil kuğu ihtimalini nasıl gördüğüme? Ortada aslında iki tür yeşil kuğu ihtimali var. Birincisi, iklim değişikliği kaynaklı düşük ihtimalli görülen riskler. İkincisi ise iklim değişikliği etkisini ortadan kaldırmak için alınan tedbirlerin neden olabileceği şimdilik bakınca düşük ihtimalli görülen ama realize olduğunda kayda değer olumsuz etki yaratabilecek riskler. İlk grupta, yangınlar, ani sel baskınları, ani hava şartları değişikliği kaynaklı hasarlar dikkate alınabilir.
Bir de bugünden ileriye sıçradığımızda, o belirsizlik şartları altında karşılaşılabilecek riskler var. İkinci grupta yer alanlar iklim eylem planı riskleri. Diyelim planı yaptınız, uygulama kabiliyeti de son derece önemli. Türkiye’nin planlama ve uygulama kabiliyeti erozyonu, idari kapasite kaybı önemli bir örnek aslında.
Herkes bugünden belirsiz bir geleceğe doğru sıçrarsa, herkesin adaptasyon kabiliyeti aynı değil, sıçrama, süreci yönetim becerisi birbirine eş değil. Her ülkenin, her bölgenin yerel düzeyde şeffaf bir müzakere sürecini hasarsız bir biçimde yürütebilme kapasitesi de aynı değil. Açıktır ki, şeffaf müzakere mekanizmalarına sahip olmak için gereken demokratik altyapının olup olmaması da bir mesele.
Şimdi burada sıçramanın bugünden otuz yıl sonraki bir iyi denge noktasına doğru olduğunu da not etmeliyim sanırım. Dolayısıyla geçiş sürecinin iyi planlanması kadar iyi yönetilmesi de son derece önemli. Hem mevcut kazanımların korunması, işe sağlam bir başlangıç noktasından başlanması, hem de yeşil kuğu risklerine hazırlıklı olunması gerek.
Bu çerçevede, geçen haftanın gelişmeleri içinde dikkate alınması gereken ilk husus, Amerikan Başkanı Biden’ın Amerikan Merkez Bankası (Fed) Başkanı Jerome Powell’ın görev süresini uzatmayı istediğini açıklamasıydı. Powell malum Cumhuriyetçi ama Biden kendi partisindeki sol kanadın Fed başkanı olarak görmek istediği Lael Brainard’ı şimdilik başkan yardımcısı olarak düşündüğünü açıkladı.
Brainard ile birlikte, gözlemciler, Fed’in yeşil dönüşüm risklerini de içeren banka stres testlerine yönelik adımlara öncülük edeceğini düşünüyorlar. Ayrıca Cumhuriyetçi Powell’ın daha önce Çevre Savunma Fonu (Environmental Defense Fund) adlı düşünce kuruluşunda çalışmış olması da sürecin artılarından biri olacak. Böylece Amerika, Avrupa’nın mesafe almaya başladığı bir konuda adım atmaya başlayacak. Amerikan bankalarının bilançolarındaki iklim değişikliği risklerinin maliyetlendirilmesine de başlanacak.
Şimdi yeşil dönüşümü tartışır, banka bilançolarında iklim değişikliği risklerini maliyetlendirirken neyin yeşil yatırım olduğunu, neyin olmadığını sınıflandırmak önemli. Her ülke kendi başına farklı klasifikasyon sistemine sahip olmasın diye, AB bu aralar kendi sistemini tasarlamaya çalışıyor. Bunlar, sonunda bir sonraki COP’un konuları olacak, not edeyim. Hem global tek bir Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) hem de global bir yeşil yatırım/enerji taksonomisi.
Mesela iklim değişikliği hedeflerine yönelik eylemler ele alınırken, bir geçiş dönemi enerji kaynağı tartışması var ortada. Norveç ve AB, doğal gazın özellikle yeşil hidrojene dayalı doğal gazın geçiş dönemi yakıtları arasına katılması konusunda mesafe almış gibi duruyor artık.
Yine geçenlerde Uluslararası Enerji Ajansı yeni tip taşınabilir nükleer reaktörlerle nükleer enerjinin geçiş dönemi yakıtı olmaya aday olduğuna dair bir rapor hazırlamakta olduğunu açıkladı. Hadiseye elbette yalnızca enerji geçişi bağlamında bakmamak lazım. Bankalar tarafından finanse edilecek tüm yeni yatırım projeleri iklim değişikliği riskleri dikkate alınarak maliyetlendirilecek bu sınıflandırma çalışmasında. Amaç yeşil olan ile olmayanı birbirinden ayırmak.
Peki, Türkiye’de hadiseye nasıl bakmak lazım? Zaten küresel bir ileriye doğru sıçrama sürecinin başındayken kırılganlıkları artırmak değil, azaltmak gerekir. Kısacası, yeni bir şey denemenin zamanı değil. Aklınıza bile getirmeyin. Şimdi Türkiye’nin nasıl bir büyüme patikasına oturacağını düşünmeye başlama zamanı aslında. Yeni niyet belgesi tam da bu amaçla hazırlanmalı.
Yeni niyet belgesi, yeni ekonomi programı aynı zamanda. Türkiye’nin hangi büyüme patikasına oturacağını gösterecek. İsterseniz tabloya bir bakın ve Türkiye’yi nerede görmek istediğinizi söyleyin.
Türkiye’nin kişi başına milli geliri 1970’lerden 2000’lerin başına kadar Amerikan kişi başına milli gelirinin yüzde 10’u civarında salındı. Sonra bu oranı AB reformları sürecinde 00’li yılların başında yüzde 20’ye doğru yükselmişti.
Şimdi ise Türkiye’nin kişi başına milli gelirinin Amerikan kişi başına milli gelirine oranı gerileye gerileye yeniden yüzde 10 seviyesine geldi.
Yeni büyüme patikası önemli derken yakınsıyor muyuz Amerikan milli gelirine, yakınsamıyor muyuz bakmak lazım.
Güney Kore 1980’lerde bizden kopmuştu, bakakalmıştık gidenin ardından.
Çin’in bundan sonraki performansına bakıp bakakalmayalım derim ben doğrusu.
Yeni bir şey denerken aklınızda olsun