Hükümet eski adı Orta Vadeli Program (OVP) olan üç yıllık hedef ve politikalarını Yeni Ekonomik Program (YEP) başlığı ile açıkladı. Programı destekleyenler ve karşı çıkanlar bugüne kadar söyleyeceklerini söylediler. Muhalefet partilerinin eleştirileri daha çok geçmiş hedeflerin tutmadığı, önümüzdeki üç yıl için belirlenen hedeflerin de tutmayacağı üzerine yoğunlaştı. YEP destekçileri ise önlerine koyulan metinleri seslendirdiler.
YEP sadece hedeflerden ibaret değil. Altında iktisat politikası tercihleri var. YEP tercihini yine bilinen neoklasik iktisat okulundan yana kullandı. Halbuki bu okula artık “Eğreti İktisat” diyebiliriz (tanımlama bana ait). Çünkü programın bitti dediği “normal” bu iktisat okulunun eseri. Program normali iyi analiz etmeden Yeni Normali de aynı temel de şekillendirmiş.
1980'de başlayan 1990’larda etkinliği artan küreselleşmeye dayalı kurumsal yapılanma ve iktisat politikaları normal olandı. Şimdi bunun üzerine COVID-19 sonrası yeni normal inşa edilecek. Dolayısı ile YEP’i analiz ederken önce normal ne idi, acaba normal doğru anlaşılmış mı diyerek bakmalıyız.
Normal küreselleşme temeli idi. Küreselleşme kendini şöyle anlatıyordu:
►Sermaye hareketleri serbestliği
►Serbest dış ticaret
►Rekabetçi ekonomiler
►Gelir eşitliği
►Liberal demokrasi
►Post modern siyasal yapılanma
Başlıkları uzatabiliriz. Ancak 2008 krizi ve COVID-19 ile birlikte ortaya çıktı ki, küreselleşme aslında sermaye hareketlerinin serbestliği idi. Kurumsal temelde öngörülen serbest ticaret ve rekabete uzak kaldı. Krize kadar bu dillendirilmedi. Kriz sonrası ise adeta serbest dış ticarete ve rekabete savaş açıldı. Küreselleşmenin lokomotif ülkesi ABD son 12 yıldır “kendine liberal” bir dış ticaret politikasını savunmakta. Yani ben ihracat yaparken serbest dış ticaret olmalı, ithalata karşı ise korumacıyım diyor. Yani ABD artık küreselleşmeyi yadsımakta. Hatta geçen hafta Trump rakibi Biden’ı “bu küreselleşmecilerin adamı” diye suçladı.
Liberal demokrasinin ne hala geldiğini de ABD’de salı akşamı yapılan münazarada (debate) izledik. Türkiye’de bile siyasetçiler bu kadar yerlerde sürünen bir siyasi söylemi tutturmadılar. Bunun nedeni küresel ekonominin sürükleyicisi ülkelerin birçoğunun otoriter, popülist sağcı söylemlere teslim olmalarıdır. Üşenmeyip G-20 ülkelerinin siyasal yapılanmasını inceledim. Yarısından fazlasında ya demokrasi yok ya da melez (hybrid) demokrasi ile idare ediliyorlar. Bu demokrasi anlayışı etnik ve dinsel kimlikleri ayrıştırıcı politikaları uluslararası düzlemde kendisini Turuncu Devrim, Arap Baharı gibi adlandırmalar ile ülkeleri çatışmacı ortama sürükledi. Hemen yanı başımızdaki Libya, Ukrayna, Suriye'deki çatışmalar hep bu anlayışın eseri. Ayrışma bu kadarla da kalmadı küreselleşmenin öncü ülkeleri de ırkçı, yabancı düşmanı söylemlerin kolaycılığına kaçtılar. Bunun için ABD’ye, İngiltere’ye, Polonya’ya, Avusturya’ya bakmamız yeterli. Yeni Zelanda’ya kadar ulaşan İslami fobi temelli terör eylemleri hep bu söylemlerle serpildi, gelişti.
Küreselleşme iyi günlerinde işsizliğin azalmasını sağladı. Ancak reel ücretlerde artış olmasına engel oldu. Bunun toplam talebi azaltmasını engellemek içinde sermaye hareketlerini kullanarak devletin, özel sektörün, bireylerin kolayca borçlanmasının yolunu açtı. Bunu da ülkelere “kredi imkânının genişlemesi” olarak anlattılar. Sonuçta krizle birlikte borçlar ödenemez hale geldi, devlet ekonomiye müdahale etmesin diyenler, devlet zor durumdaki şirketlere kaynak aktarsın, hatta satın alsın demeye başladılar. Öyle de oldu. Bu politika COVID-19 sürecinde de uygulandı. ABD Merkez Bankasının bilanço büyüklüğü 2008 başında 800 milyar dolar iken, 2019 sonunda 4,2 trilyon dolara, Eylül 2020 sonunda da 7,1 trilyon dolara çıktı. Benzer tablo AB, İngiltere, Japonya ve Türkiye için de geçerlilik taşımakta.
Devam edelim. Küreselleşme bırakın gelir eşitsizliğini azaltmayı, dayanak aldığı sermaye düzenini bile koruyamadı. KOBİ’ler birçok ülkede kriz ile birlikte ciddi darbeler aldı. Küçük sermaye sınıfı sermayesini yitirdi, iş sahibi iken işsiz ve mülksüz duruma düştü. Mülksüzleşme ve güvencesiz çalışma (prekarya) normal denilen düzenin sona ererken geride bıraktığı enkaz oldular. Artık bu olguyu IMF, OECD gibi örgütler bile görmekte.
Türkiye küresel mimarinin içinde yer aldı. Kendi çapında hem ekonomi hem de dış politika bu mimarinin bir parçası oldu. Yani ülke Normal’in içinde idi. Eğer yukarıda anlattığımız normal için keşke bu normali yaşamasaydık diyorsanız, açıklanan YEP’de hedeflenen Yeni Normal’de yukarıda izlenen politikaların tersi politikaları aramanız gerekir. Ancak böyle bir politika yok.
YEP’in gerçekten yeni olması için önce “Eğreti İktisat” ile bağını koparması gerekiyordu. Şunu da belirtmemizde fayda var. YEP’i eleştiren muhalefet de eleştirilerini yine eğreti iktisat çerçevesinde yapıyor. Onlar da bunca seçim kaybetmelerine rağmen derslerini çalışmamakta ısrar ediyor.
Okuma Önerisi: James K. Galbraith, 2020, Normalin Sonu.